MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ÇİLİNGOZ'UN PORTUCU DA NE OLA Kİ?


 

Ben işşiz güçsüz bir adamın, aklıma estiğinde Çilingoz'a atlayıp günlük seyirlere çıkabiliyorum. Ama çocuklarla beraber biryerlere doğru şöyle esaslı bir yelken basmak ancak bayramda, seyranda mümkün oluyor. Geçtiğimiz bayramda da öyle oldu; Selçuk'la birlikte Bozburun civarını (Sadun ustanın deyimiyle hiç de uygun bir ad olmayan Yeşilova Körfezi'ni) dolandık. Keyifli bir seyir oldu. Ancak denizin durumunu, kirliliğini görünce birçok yerde olduğu gibi orada da ağlamaklı oldum. Asiye'e nazireyle "Bozburun nasıl kurtulur?" diye sormak zorundayız artık.

 

Bu yazıda niyetim herkesin hergün yaptığı seyirleri anlatmak değil; onlardan bol bol okuyoruz. Turgutreis'e dönüp bağlayınca, yaz sonu temizliğine giriştik. Yıllardır sancak portucunu açıp şöyle bir derinlemesine karıştırmamıştım. Meğer neler neler kaybolmuş o dipsiz kuyunun içinde. İşte onları anlatayım dedim; bakın neler çıktı Çilingoz'un portucudan.

 

 

Kubilay Han'ın Donanmasının Mahvı

Kutsal Rüzgâr

 

Çok azımız hatırlar, bazılarımız ise orda burda okumuştur, televizyonda izlemiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Japonlar Amerikan gemilerine kallavi hasarlar verdirmek için, o günün intihar komandolarını kullanırlardı. Müntehir (intihar eden) pilotlar, torpillerle donatılmış uçaklarıyla Amerikan gemilerine çarpar ve batmalarına yol açardı. Bu pilotlara "kamikaze" adını vermişlerdi.

 

Diyorsanız ki o kadarını herkes biliyor, doğru diyorsunuz. Ama genel olarak bilinmeyen "kamikaze" sözcüğünün aslında "kutsal rüzgâr" (tanrı rüzgârı, tanrının hızı, ruh rüzgârı) anlamına geldiği. Japonlar, bu rüzgârın tanrı Raijin tarafından, onları denizden gelecek saldırılardan kurtarmak üzere gönderildiğine inanırlarmış. Gerçekten de, kamikaze, Japonları Kubilay Han'ın bir saldırısından korumuştu. 1281 yılında, donanmasıyla Japonya'yı ikinci kez abluka eden Kubilay Han, uzun süre ordularını karaya çıkaracak bir yer aramış, ama o arada çıkan bir kamikaze ise donanmasının tamamen mahvolmasına yol açmıştı.

 

Anlaşılan, 1944'de Japonlar tanrı Raijin'den ümitlerini keserek bu kez kendi kutsal rüzgârlarını yaratmak istediler ama pek de başarılı olmadılar.

 

 

Hissedilen Rüzgâr

 

Japonlar kendi rüzgârlarını yaratmakta pek başarılı olmamışlar ama bir de baktım portuçtan herkese başarı sağlayacak, başka ama tanıdık bir rüzgâr çıktı. Adı biraz tartışmalı; rüzgâr olduğunda anlaşıyoruz ama nasıl bir rüzgâr olduğuna bir türlü karar veremedik. Kimine göre "göreli, görece, göreceli", kimine göre "izafî, nısbî", kimine göre "rölatif", kimine göre ise "hissedilen" rüzgâr. Ben bu son takımı tutuyorum, çünkü teknedeki adama en iyi o anlatıyor ne gibi bir rüzgâr olduğunu.

 

Yelkene başlayan herkese oklarla, vektörlerle falan anlatılır ki: Karada esen ya da hava raporundaki (gerçek, coğrafî) rüzgâr, teknede hissedilen rüzgârla aynı değildir. Teknenin yolunun (hızının) da etkisini göz önüne almak gerekir. Rüzgârı başa doğru (kemerenin önünden) görüp yol alan bir teknede, tekne hızlandıkça hissedilen rüzgârın hızı artar, yönü de başa doğru döner.

 

Peki güzel de bunun bana yararı ne diyorsanız, o da şu. Diyelim ki rotanızın gereği rüzgârı baş omuzluktan alıp, ama borinadan daha açık seyrediyorsunuz. Teknenizin hızını az bir miktar artırdınız mı, hissedilen rüzgâr da artar, yelken daha iyi çeker. Yarışçılar bunu iyi bilir; önce toru artırıp tekneyi hızlandırır, sonra toru azaltıp yukarı doğru çıkarlar.

 

Aynı şeyi motorla hafif yol vererek yapmak da mümkündür. Ta ki borina seyrine yükselene kadar. Varsayalım ki seyretmekte olduğunuz rotada rüzgâr apaz ile dar apaz arasından seyre olanak veriyor. O zaman çekinmeden motorla yol verin. Hissedilen rüzgârı sanki borinadan geliyormuş durumuna getirdiğinizde, motorun tornasını düşürüp aynı hızda devam edebilirsiniz. Böylece zamandan, hatta bazı durumlarda yakıttan bile kazanırsınız.

 

Ama hep motorla seyrediyorsanız, o zaman bu bölümü okumamış olun.

 

 

İstanköy'ün Rüzgârı

 

Çilingoz'un bordasında delik mi vardır nedir, karıştırdıkça portuçtan hep rüzgâr lâfı çıkıyor. Bir de İstanköy'ün güneyinde yediğimiz bir şamardan söz edeyim. Bir gezimizde Datça'dan Turgutreis'e yol alıyorduk. Hafif batı rüzgârı ile Deveboynu ve İskandil (Tekir) burunlarını bordalayıp İstanköy Adası'nın Ayos Fokas burnuna doğru yol yükseliyorduk. Bu rota Bodrum'a ya da Turgutreis'e doğru en kısa rotadır, herkes onu izler. Yarı yolda vardığımızda rüzgâr yandı, deniz durgunlaştı. On beş yirmi dakika sonra İstanköy'den esen bir karayel başladı. "Aman ne güzel, keyifli bir yelken seyri yapacağız" demeye kalmadan bir bindirdi ki Allah korusun. Meltem, bir yandan İstanköyün üstünden aşıp bastırıyor, öte yandan da burnu dolanıp saldırıyor. Kısa sürede deniz kabardı ve karıştı; bir dalga dağlardan, bir dalga burundan geliyor. Dalgaları omuzluktan alıp yükselmeye olanak yok, serpinti duşta yıkanıyormuşuz gibi. Çaresiz motoru çalıştırıp rüzgâra kafadan daldık. Dövüne dövüne İstanköy'ün dibine sığındık. Sığındık ama ne sığınma, dalgalardan korunduk sığındık ama cıvarnalar dağdan fırtına gibi iniyor. Akşama doğru meltem biraz kaldı da korka korka burnu sıyırıp Karaada'ya doğru rota tuttuk.

 

Turgutreis'teki Yachtworks firmasının sahiplerinden Can bey meğerse bizim arkamızdan geliyormuş; yaralı bir tekneyi Sömbeki'den yedekte getiriyormuş. "Yedeklediğim tekneye birşey olacak diye korkudan öldüm öldüm, dirildim o dalgada" diyordu.

 

Bir daha doğrudan İstanköy'e rota tutmak mı, tövbeler olsun. En iyisi önce Mersincik Adası'na doğru yükselmek, sonra Bodrum'a doğru dönmek. Zaten İstanköy kanalına girmeye başlayınca meltem Karaada'ya doğru dirise ediyor; pek öyle yol kaybetmemiş oluyorsunuz.

 

 

İskarmoz

 

Kayık ya da sandallarda küreklerin takıldığı dikmelere "iskarmoz" diyoruz. Aslında vahşi görünüşlü bir şey; maazallah kayıp da üstüne düşmeyesin. Kürek sözcüğünün ne demek olduğunu anlıyoruz da onun takıldığı nesnenin bu garip adı nerden çıktı diye hep merak ederdim. Uzun zaman bir dilde, ama hangi dilde olduğunu bilemeden "kazık" anlamında olduğunu sanmıştım. Meğer yanılmışım, sonunda Grekçe, yanlızca o anlamı olan skalmos sözcüğünden geldiği, oradan Latince scalmus (skalmus) olup bütün Akdeniz'i dolandığı, bize de Rumca skarmos adından ulaştığı anlaşıldı.

 

Denizcilik terminolojisiyle uğraşırken bir başka anlamına daha rastladım. Eskiden ahşap gemiler omurgalara oturtulan postaların (eğrilerin) dışarıdan ahşapla kaplanması yoluyla inşa edilirdi. Birçok kayık, çektirme, gulet, tirhandil ve aynakıç hâlâ Karadeniz'de, Bodrum'da, Bozburun'da aynı biçimde üretiliyor. Vaktiyle bütün postayı oluşturacak eğrilikte ağaç bulunamadığı için, postalar parça parça kesilir ve eklenerek posta oluşturulurdu. Bu parçaların her birine de ayrı bir ad verilirdi. İşte bunlardan en yukarıya gelen parçanın adı da iskarmoz. Bunlardan bazıları küpeştenin üstünden çıkacak biçimde uzatılıp kürekler bunlara bağlanırdı. Bugün bile çektirme ve tirhandillerde palamar halatlarının toka edildiği babalar işte bu iskarmozlardır.

 

İskarmozun bir anlamı daha var ki öyle pek bilinmiyor günümüzde. Şişkoca toparlak bir kazık gibi biçimi olan bir balığın adıdır. Daha çok Ege ve Akdeniz'de bulunur. vahşi bir balıktır; abisi barakuda okyanuslarda tüm balıklara, hatta insanlara bile toz attırır. Gerçekten de iskarmozun adı İngilizcede European barracuda (Avrupa barakudası) dır. Günümüzde çoğunlukla turna diye biliniyor, ama turna aslında bir tatlı su balığıdır. Daha doğrusu deniz turnası demeli iskarmoza. Bilimsel adı ise Sphyraena sphyraena olarak geçiyor, sphyraena (sfirena) da zaten Yunancada deniz turnası demek.

 

İskarmozu ilk yakaladığım zaman pek birşeye benzemetedim. Zargana desem değil, fazla kalın, gagası daha kısa; kefal desem hem boyu uzun hem de burnu sivri, alt gagası çıkık, korkunç dişleri var. Sanki kefali alıp ortasına eski İstanbul dolmuşları gibi bir bölüm eklemişler, kafasında kısa bir zargana uydurmuşlar. Neyse, yenir mi, yenmez mi, nasıl yenir derken kefal gibidir herhalde diyerek mayonezli yaptım. Eti dağıldı, hiçbir şeye benzemedi. Sonra İnternette amatör balıkçılar listesindekilere sordum. "Filetosunu çıkarıp kızart" dediler "o kadar lezzetidir ki, balıkçılar pek satmayıp kendileri yerler". Gerçekten de öyle yapınca enfes oluyor; sırtı çekerken tesadüfen yakalarsanız ya da balıkçılarda nadiren bulursanız, hemen burnunuzu kıvırıp hor görmeyin. Hem saygı gösterilmesi gereken müthiş bir balıktır, hem de fırınlandığında leziz olur.

 

 

Ahmet Rasim Barkınay

Bedava Bir Zafer

 

Madem bir şavaş hikâyesi ile başladım, yazıyı yine öyle bir hikâye ile bitireyim. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda bir Alman ticaret gemisi Kızıldeniz’de Kamaran adaları civarında konumları belirli olmayan bazı mercan resiflerine çarparak batar. Bunun üzerine Alman hükûmeti, Osmanlı hükûmetine “şedid-ül meal” (anlamı şiddetli ) bir ültimatom vererek, oraların haritası tarafımızdan yapılmadığı takdirde, bilfiil Alman mesahacıları tarafından bu sularda mesaha tetkikatı yapılacağından ve böylece hükümrânlığımıza açıktan müdahele edileceğinden söz eder. Bunun üzerine o sıralarda Port Tevfik’de yatmakta olan Beyrut mesaha gemisi, mesahayı yapmak üzere görevlendirilir ve bir süre söz konusu adaların civarında ölçüm çalışmaları yapar. Ancak savaşın başlaması ile bu görevini tamamlayamadan İzmir körfezine geri döner.

 

Beyrut, Urla’da kaçakçı takibi ile görevli iken, 1 Kasım 1914 günü İngiliz ganbotları Scorpion ve Wolverine ile karşılaşır. Ganbotların kıdemli süvarisi, zaten ateş gücü olmayan Beyrut’u batırmak üzere ateş edeceğini bildirir. Beyrut yatının süvarisi mürettebatın gemiyi terk etmesini sağlamak üzere, geminin İngilizce bilen mesaha subayını İngilizlerle görüşmeye memur eder. Yirmi dakika kadar süren bu görüşme sırasında geminin içindeki taşınabilir mesaha alet ve edevâtı, geminin subayları ve efradı tarafından Urla iskelesindeki evlerin arkasına nakledilerek kurtarılır. Daha sonra Ankara Harita Umum Müdürlüğü Deniz şubesine nakledilen bu alet ve edevât, şimdiki Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi'nin temelini oluşturmuştur.

 

Emekli amiral Afif Büyüktuğrul olayın akıbetini şöyle anlatıyor: “Gemi komutanı yüzbaşı Sezai, bundan sonra gaz dökerek gemisini yakmaya başladı ve mürettebatını da filikalara doldurarak kıyıya doğru sevketti. İngilizler Beyrut gemisinin bu haline rağmen hem ona hem de mürettebat dolu filikalarına ateş açmaktan geri durmadılar. Böylece geminin batışı İngilizlere bedava bir zafer oldu”.

 

İngilizleri yirmi dakika oyalarak sözü edilen alet ve edevâtın kurtarılmasını ve daha sonra Cumhuriyetin harita kuruluşlarına intikalini sağlayan subay, yüzbaşı Ahmet Rasim (Barkınay)’dır. Yalnızca bu donanımın aktarılmasını değil, ondan kat kat önemlisi, Osmanlı bahriyesindeki görevi sırasında edindiği bilgi ve deneyimi de aktararak Cumhuriyet bahriyesinde bilimsel haritacılığın kurucularından ve, hiç kuşkusuz, en önde geleni olmuştur.

 

  Çilingoz'un Portucu sayfasına dönmek için tıklayınız.