MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



MÜNASEBETSİZ BİR YAYGARACI


 

Tam başka ne varmış diye bakmak için portucun içine eğildiğimde, "pat" diye ıslak, yapışkan birşey geldi sol omzuma yapıştı. Vıcık vıcık beyaz birşey. Bazıları"uğurludur, devlet kuşu" derler ama, sakın kanmayın; o kadar senedir omzuma, sırtıma, başıma bişeyler gelir yapışır ama şimdiye kadar hiç devlet kuşu konmadı. Hep bu cıyak cıyak bağıran martılar gelir güverteye pislerler, temizlersin, on dakika geçmez yine "pat!" Gelirler, konacak başka yer yokmuş gibi, tam da pinelin kanadına konup kırarlar. Ah bu martılardan çektiğim. "Beterin beteri var, karabataklar var" diyeceksiniz ama bugünlük onları geçelim.

 

Deniz resimlerinde iki kıvrık çizgiyle hemen romantik bir hava yaratıp sevimli bir hayvanmış gibi görünür martı. Uzaktan baktığınızda balıkçı gemilerinin peşinde uçuşup ya da İstanbul Boğazı'nda şehir hatları vapurlarının arkasından atılan simit parçalarını yakalamaya çalışıp giden martı sürüleri sanki hoşmuş gibi algılanır. Ama aslında onların ne kadar beleşçi ve yaygaracı kuşlar olduğunu anlatmaz. Balığa çıktığınızda hemen bir martı gelir kayığın iki metre ötesine konar, hain hain sizi gözler. Her kayığın arkasında mutlaka bir martı vardır. Cesurdur da: arkanızı dönecek olsanız, gelir kenarda duran yeminizi kapar, gider yine iki metre menzile konar. Oltayı çekmeye başladınız mı çaktırmadan yaklaşır "bana ne avanta çıkacak" diye. Eğer oltada atılacak birşey varsa, ne bileyim ufak bir hani yavrusu örneğin, ordan burdan martılar türer, bir yaygara, bir kavga çıkar. Bilim adamları martılardan söz ederken "kleptoparazit" davranışlar gösterdiklerini belirtiyorlar. Kleptomanyaklığı hırsızlık hastalığı olarak bilirdik de bu davranış ne demek? "Hırsız-asalak" demek, yani yiyeceğini başkalarından çalan bir asalak demek. Başka bir martının yakaladığı balığı onun ağzından çalan martıları ne güzel anlatıyor.

 

Kleptoparazit

Bir gün Ildır körfezinde iskarmoz tutarım diye sırtı çekiyordum. Nedendir şimdi hatırlamıyorum, yol kesmek zorunda kaldım oltayı toplamadan; sırtı yüzeye çıktı. Nereden çıkageldiği belli değil, bir martı pike yapıp daldı ve avanta bir balık sandığı sırtıyı yakaladı ve havalandı. Böylece ben denizden balık tutacağım derken böylece havadan kuş tutmuş oldum. Ama balığı tutmak başka şey, tekneye almak başka şey. Bir de balık yerine kuş olunca ayıkla pirincin taşını. Havadan oltayı toplamaya çalışıyorum, o da teknenin etrafında fırdolayı dönüp kurtulmaya çalışıyor. Okuldayken bir model uçak kulübümüz vardı. Motorlu model uçakları kanadının uçuna bağlı tellerle kontrol ederek, dönme dolap beygiri gibi döne döne uçururduk. O aklıma geldi. Bir yandan gülüyor bir yandan da martıyı çekmeye çalışıyorum. Meğer ne kadar zormuş oltayla kuş tutmak. Sonunda becerdim tekneye almaya ama gel de ağzından sırtıyı kurtar, gagasıyla elimi ısırmaya çalışıyor, ondan mı korksam yoksa sırtının boştaki üçlü iğnesinin elime saplanmasından mı? Kanatlarıyla da beni devamlı tokatlıyor. Allahtan gagası yırtıldı, kurtuldu gitti. Ben de bir oh çektim. Ulan martı, ne vardı bu kadar kleptoparazit olacak!

 

Martı, bir kuş cinsinin adı. Deniz kuşudurlar ama daha çok kıyılarda ve kıyıya yakın yerlerde yaşarlar. Zeki ve becerikli kuşlardır, toplu olarak da davranıp avlanabilirler. Bazıları alet bile kullanır. Ama gözleri gövdelerine göre küçük olduğundan hain görünüşlüdürler. Martı cinsinin bilimsel adı Larus, Latince martı demek. Martıgiller ailesi diye daha geniş bir aile var, ama hepsi martı değil; örneğin, sumrular bu aileden ama martı değil.

 

Ülkemizde on üç tür martı yaşıyor, hangisinin hangisi olduğunu anlamak için büyüklüklerine ve kanatlarının, bacaklarının, gagalarının renklerine bakmak gerekiyor. Zaten adları da bunlara göre verilmiş: büyük martı, gümüş martı, pembegaga martı, yeşil martı, karasırtlı martı, incegaga martı, falan filan. Kıyı şehirlerinde insanlarla iç içe yaşadıklarından en bilinen deniz kuşlarıdır. Kıyıda yaşarsanız her zaman tepenizdedirler ama ayrımlarını pek bilmeyiz. Yazarlarımız pek sempatik bulur bu kuşu, edebiyatımızın çeşitli köşelerinde yer almışlardır. Sait Faik'in "Ermeni Balıkçı ve Topal Martı" adlı hikâyesini hemen herkes bilir. Orhan Veli'nin Aşiyan'daki heykelinde martı vardır, ama birileri ikide birde o martıyı çalar.

 

1970 yılında, Johann Sebastian Bach'ın fürûundan olduğunu öne süren Richard Bach adında Amerikalı bir yazar Jonathan Livingston Seagull adında, masal biçiminde ufak bir roman yayımladı. Roman kısa zamanda bütün dünyada meşhur oldu, çeşitli dillere çevrildi (en son Türkçe çevirisi: Jonathan Livingston Martı. çev. Feride Çiçekoğlu. Ankara: Arkadaş Yayınları, 1995), satış rekorları kırdı ve sonunda filmi çevrildi. Masal, hemcinslerinin yaygaralarından ve günlük yiyecek bulma didişmelerinden bıkan bir martının kendini uçmaya vermesini, usta bir uçucu oluşunu, bunun sonucunda da martılar dünyasından afaroz edilmesini anlatıyordu. Daha sonra kendisi gibi başka martılarla birlikte "varlığın daha üst düzlemleri"ne çıkan Jonathan, ona kendini evrenin herhangi bir köşesine uçurabilmesini öğreten Chiang adında bir bilge martı ile tanışır. Anlatı, bilgeliğin erdemi, sevginin gücü gibi kavramları anlatan olaylarla gelişip gider. Bulabilirseniz mutlaka okuyun; Lafonten'in masallarının çok ötesinde bir masaldır.

 

Masal olduğu hiç şüphesiz, çünkü anlaşılan Richard Bach'ın başına hiç devlet kuşu konmamış.

 

 

Gece Göğü

 

Portucu boşaltıyorum, halatlar, fırçalar, boyalar, kovalar, eski zincirler falan filan derken ıslanmış yaprakları birbirine yapışmış, sayfalarının yarısı sararmış bir kitap çıktı. Kapağı yarım kapak: açınca baktım ki bir resim, bir köşesinde hain bakışlı, eli tabancalı Naziler, öte tarafında karanlıkta gizlenerek yürüyen bereli Fransız direnişçileri. En önde de kahramanına sarılmış bir kadın. Tam İkinci Dünya Savaşı'nın casusluk, direniş, ihanet, aşk kokan bir romanı. Bu gibi romanlara, filmlere hiç dayanamam, hele hele resmin ortasında olduğu gibi bir de fırtınalı denizde batmamaya çalışan bir yelkenli olursa.

 

Night Sky

Romanın sayfalarını karıştırırken hatırladım birden; Hüsam(ettin) birgün seyre geldiğinde getirmişti, iki gün elinden hiç düşürmedi bu kitabı. Ben de bir açınca elimdem bırakamadım. Mübarek 650 sayfa, iki gün onu okumaktan başka birşey yapamadım. Romanın adı Night Sky (gece göğü), ama galiba Türkçe'ye çevrilmemiş. Almanya ya da Belçika üzerinde iken uçakları düşen İngiliz pilotları, Bretanya'dan tekneyle İngiltere'nin güney kıyılarına kaçıran Fransız direnişçiler hakkında. Kapak resmindeki kadın, Julie de onlara bulaşıyor. Ee, ne olmuş derseniz, bizi ilgilendirecek olan şurası: Bir gece, Fransızlar, Almanlardan kaçan Julie'yi küçük oğlu ve yaşlı bir yahudi bilimadamı ile birlikte bir yelkenli tekneye bindirip yelkenleri basıyorlar ve Julie'ye "bak bu yeke, bu tarafa çekersen tekne bu tarafa döner, öteye itersen diğer tarafa döner. Bu da pusula, gideceğin yönü gösterir, devamlı yıldız kerte karayel (NxW) gitmeye çalış. Haydi, iyi şanslar!" deyip Manş Denizi'ni karanlık sularına salarlar.

 

Julie, tekne nedir, yelken nedir, nasıl seyredilir hiçbir şey bilmiyor. Romanda anlatılanların da zaten en ilginç olan yönü, bu kadının hiç denizcilik bilmeden kafa göz yara yara fırtınada seyretmesi ve sonunda İngiltere'nin güneybatı ucunun açıklarındaki Scilly adalarına varması. "Yekeye asıldı. Kart ters tarafa döndü. Yekeyi itti, N pusulanın önüne doğru döndü. Ama çok fazla! Tekrar yekeye asıldı, NxW bir süre nişanda olayalandıktan sonra hiç kulak asmadan daha öteye döndü. 'Allah belânı versin senin!' diye bağırdı Julie. ... Gündüzü geçirebilseler bile önlerinde bir gece daha vardı. Karanın üstlerine doğru çılgınca yaklaştığı bir gece. Karanın nerde olduğunu nasıl bilecekti? Karanlığın içinde karaya bindirmekte olduğunu nasıl anlayacaktı? ... Birden ip elinden fırladı, yılan gibi yelkene doğru gitmeye başladı. Bir an sonra gökgürültüsü gibi bir ses patladı: yapraklanan yelkenin ve makaraların tangırtısı. Yelken çıldırmıştı, çılgın gibi kendi kendini dövüyor, tüm tekneyi sallayacak kadar ileri geri çırpınıyordu. Julie korku içinde bakakalmıştı. Şimdi ne olacak? Gürültüyü işitmemek için elleriyle kulaklarını kapadı."

 

Clare Francis

Belli ki kitabın yazarı yelken işinden anlıyor. "Adı Clare Francis! Ben bu adı biryerlerden hatırlıyorum" dedim kendime "ama nerden?" Sonra jeton düştü. Clare Francis, yetmişli yılların meşhur İngiliz kadın yelkencisi idi. İki kez Atlantik Okyanusu'nu tek başına geçmiş, 1977-78 Whitbread (Volvo Dünya Yarışı'nın ilk adı) yarışında ADC Accurac teknesinin kaptanlığını yapmış ve beşinci olmuştu. Kadın yatçıların öncülerinden biri olan Francis, deniz maceralarının hikayesini Come Hell or Highwater (cehennem ya da taşkın gelse de - iki elim kanda da olsa anlamında İngilizce bir deyim), Come Water or Weather (öncekine nazire ile su ve hava gelse de) ve The Commanding Sea (emreden deniz) adlı kitaplarında anlatmıştı.

 

Clare Francis yarışçılığı bıraktıktan sonra roman yazmaya başladı, işte Night Sky bu romanların ilkiydi. Şimdilerde İngiliz yatçılığının merkezi olan Wight adasında oturuyor, yazarlar birliğinin başkanlığını yapıyor ve romanlar yazmaya devam ediyor.

 

 

Baktığımızı Görelim, Gördüğümüzü Anlayalım!

 

Kitabın içinden bir de buruşmuş, sararmış bir harita çıktı. Elle çizilmiş; bildiğim hiçbir yerin haritasına benzemiyor. Sonra hatırladım. Hüsam ile seyre çıktığımızda ona transitin ne olduğunu, kıyı seyrinde nasıl kullanıldığını anlatmak için çizmiştim. Unutup gitmişim; o da kitabın içinde işaret olarak kullanmış, sonra da unutmuş, kapatıp gitmiş. Şimdi diyeceklerimin biraz daha kolay anlaşılmasını sağlamak için kıyıları suluboyayla sarıya boyadım, şekilde görüyorsunuz.

 

Transit, mevkileri (konumları) yere göre sabit olan iki noktanın aynı doğrultuda bulunması demek, Latince trans (= karşıda) + situs (= yerleştirmek) sözcüklerinden türemiş; karşıya koymak demek. Havaalanlarında transit yolcular var ya, hani uçak değiştiren (karşı uçağa geçen), onlar gibi. Noktaların belirlediği doğrultuya da transit hattı ya da doğrusu deniyor. Örneğin, şekilde Bozburun feneri ile Uzunada'nın batı burnu transitte olup 1 çizgisi bu transit doğrusunu göstermektedir. Kıyı seyrinde gördüğümüz noktalar çoğunlukla sabit olduğundan transit hatlarını mevki koymak için kerteriz hatları gibi kullanabiliriz; hem de pusula kullanmadan.

 

Hatırladığım kadar Hüsam'a anlattıklarım şöyleydi: Diyelim ki, Tavşan adasının doğusundaki ufak adayı bordalayıp Bozburun'a doğru yol alacağız. Yolun üzerinde bir tehlike var: bir sığlık ve su altında bir kaya, (+). Bu tehlikeden kurtarmak için, seyir rotamızı 1 transitinin batısında tutmak ve Bozburun'un Uzunada'nın batıya doğru açığında kalmasına dikkat etmemiz gerek. Çünkü bunlar transite gelecek olurlarsa, sığlığın üstüne gidiyoruz demektir.

 

Böylece 1 transit doğrusunun batısında Bozburun'u açıkta gören hakiki bir rota (H) ile yola koyulalım.

 

Keyifli bir lodos esiyor, alaborina gidiyoruz. Ama yol aldıkça H rotasından da 1 transitine doğru rüzgâraltına düşüyoruz, yere göre gerçek seyir rotamız R oluyor. Gözümüz ise devamlı Uzunada'nın açığındaki (sancağındaki) Bozburun'da olmalı. Sakın ola ki Bozburun Uzunada'nın arkasında kaybolmasın!

 

İğne üstünde ama yine de keyifli keyifli gidiyoruz da rotamızın tam neresindeyiz? Maazallah kayanın yakınlarda olmayalım. O zaman Güvercin adasının kuzey burnunun Tuzburnu'nu kapatıp kapatmadığına bakalım. Bunlar transite geldiğinde A konumunda, Güvercin adasının güney burnu Boztepe ile transitte iken B konumunda, Güvercin adasının kuzey burunu Keldağ ile transitte iken ise kayaya hemen hemen en yakın olacağımız C konumundayız demektir. C konumunu geçtikten sonra aşağıya kamaraya inip bir kahve hazırlayabiliriz artık. D konumuna geldiğimizi ise şekilde görülen Boztepe transitinden anlarız.

 

Boztepe koyunun içine doğru seyreden (örneğin yarışan) yatın dümencisi, pruvasındaki şamandırayı kurtarıp kurtaramıyacağına ise şamandıra ile kıyıdaki ağacın (ya da başka bir şeyin) belirlediği transiti kullanarak karar verebilir. Eğer şamadıra, kıyıda sancağa doğru tırmanıyorsa bu rotayla şamandıra kurtarılamaz; ya orsalamak gerekir veya o da kurtarmıyorsa tiramola zamanıdır.

 

Transitin en önemli kullanımı, hiç şüphesiz demirleme sırasındadır. Demirin tutup tutmadığı, kıyıda iki nesnenin belirlediği transitin değişip değişmediğinden anlaşılır. Aslında tekne saldırdıkça bu transit değişir; yapılması gereken biraz sabırlı olup tekne aynı konuma geldiğinde transiti tekrar kontrol etmektir.

 

Eski haritalarda tehlikelerden kurtarmak için gerekli transitler belirtilir ve bunların görünüşü de verilirdi. Örneğin, benim duvarımda 1882 yapımı,  "İstanbul Boğazı'na Yaklaşım" başlıklı bir Admiralti haritası var. O haritada iki transit hattı çizilip, üzerlerine, lodostan yaklaşırken Selimiye kışlasının batı kulesini Çamlıca Tepesi ile transitte görmenin Yeşilköy sığlığını, kıbleden yaklaşırken de Dolmabahçe Sarayı'nı Kızkulesi'nin açığında görmenin Fenerbahçe sığlığını kurtaracağı yazılmış. Birinci transitin görünüşüyse haritanın alt bölümüne çizilmiş. Ama, aradan geçen yıllarda GPS icat olundu, leventlik öldü.

 

Hüsam anlattıklarımı ne derece anladı bilemiyorum, haritayı unuttuğuna göre pek de ilgilenmedi anlaşılan.

 

 

 

 

Mavi Peter

 

Bu münasebetsiz kuşun ettiği haltı temizlemek için birşey var mıdır diye portucun içine baktığımda mavi beyaz bir bez parçası gördüm. Biraz yırtılmış, kirlenmiş ama bu kuşun pisliğinden daha pis değil. Çektim çıkardım, eski bir işaret bayrağı, P (PAPA ya da POYRAZ) bayrağı. Nasıl düşmüşse portuca düşmüş; nasıl düştüğü o kadar da önemli değil, bana yazacak bir konu açtı ya, yeter.

 

İşaret bayrakları telsizle iletişim gelişeli beri iletişimde pek kullanılmıyor. Bürokratik olarak limana girerken "salgın hastalığım yoktur, pratika istiyorum" anlamında sarı Q bayrağı (karantina bayrağı), "tehlikeli yüküm var" anlamında kırmızı B bayrağı, "gemide kılavuz var" anlamında kırmızı-beyaz H bayrağı hâlâ toka ediliyor. Ama, işlevsel olarak değil de geleneksel olarak daha çok. Yoksa üçyüz bin tonluk tankerin direğideki B bayrağına kim dikkat eder artık.

 

İşaret bayrakları Uluslararası Denizcilik Örgütü tarafından yayımlanan bir kod kitabı ile düzenlenmiştir (Türkçesi: Uluslararası İşaret Kod Kitabı. İstanbul Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi, 2006). Buna benzer eski ama çok ilginç bir kitap ise, önceleri Deniz Kuvvetleri'nde subay olup da sonraları Divan şiirinin dipsiz âlemine dalan İskender Pala'nın da çevirisinde çalıştığı bir kitaptır: Osmanlı Bahriyesi Görünür Muhabere Kod Kitabı. (çev. İskender Pala ve Nurcan Bal. Ankara: Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, 1994). O zamanlar bu işleri bilmek önemli idi, hiç şüphesiz; hatta vardabandıracılık (işaretleşme uzmanlığı) gibi bir de denizcilik mesleği vardı.

 

Artık, işaret bayrakları daha çok denizde şenliklerde kullanılır oldu. Bayramlarda ya da festivallerde gemiler bu bayrakları peşpeşe dizip baştan kıça direkler arasına çekerek gemilerini süslüyorlar. Bu çok eski bir gelenek; adına "alay sancağı" deniyor. Alay sancağında bayrakların belirli bir düzende dizilmesi gerek. Ama bırakın bayrakları o düzene göre dizmeyi, galiba askerler ve şehir hatları vapurları dışında kimse pek takmıyor alay sancağı donatmayı. Bir 30 Ağustos'ta Turgutreis marinada alay sancağı donatmış bir tekne görünce çok şaşmıştım. Gidip yakından bakınca Güney Afrika bandıralı olduğunu gördüm; bizim denizcilik geleneğimiz de işte o kadar.

 

Aslında niyetim bunlardan değil de P bayrağının kendisinden söz etmekti. P bayrağını yarışçılar iyi bilir: hakem botu starta on dakika kala yarışacak sınıfın bayrağını, beş dakika kala da P bayrağını toka eder. İkisi birlikte mayna edildiğinde start verilmiş olur. Peki neden S değil de, N değilde, P bayrağı. Bu da bir gelenek meselesi. Çünkü P bayrağının anlamı, toka eden geminin limandan ayrılmak üzere olduğunu gösterir. Hareketten sonra da bayrak mayna olunur. Denizde iken P bayrağını toka etmek, başka bir gemiye "ışıkların iyi görülmüyor" demek amacını güder. Balıkçılar ise ağlarını bir yere taktıklarında, onunla uğraşırken P bayrağını toka ederler.

 

 

Mavi Peter

P bayrağının hikâyesini anlatanlar, bunun ilk örneğinin 1700 yıllarında Hollanda, Danimarka ve İsveç donanmalarında, harekete hazır olan gemilerin toka ettiği düz mavi bir bayrak olduğunu söylüyorlar. 1750 yıllarında ise İngiliz donanmasında görüldüğünde, ortasında altı beyaz yuvarlak bulunan mavi bir bayrakmış; İngilizce adı da blue peter (mavi peter) imiş, hâlâ da öyle. Ancak ortasındaki altı beyaz yuvarlak, beyaz bir kareye dönüşmüş durumda. Blue (mavi) olması anlaşılıyor, esas sorun peter sözcüğünde. Bazılarına göre bu, bayrağın ilk biçimini anlatan blue pierced with white (beyaz delikli mavi) ibaresinden kaynaklanıyor. Fransızlar ise "ayrılmak" anlamındaki partir sözcüğünden geldiğini iddia ediyorlar. Bu açıklamaya da inanılabilir, çünkü birçok denizci deyimi Fransızca kaynaklıdır: örneğin, imdat çağrısı anlamındaki mayday deyimi, Fransızca m'aidez (bana yardım edin) çağrısından gelir.

 

İşte o da mavi peterin öyküsü. Madem ki portuçtan çıktı, ben de artık P bayrağını toka edeyim de yola düşeyim.

 

   Çilingoz'un Portucu sayfasına dönmek için tıklayınız.