MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



İZCİYKEN ÖĞRENDİKLERİM


 

İzcilik de mi Yolcu?

 

Geçen gün gazetede "İzciler dışarı, imam hatipliler içeri" başlıklı bir haber okudum. Ankara'da, izcileri Gazi Atatürk İzci Evi'nden atıp, binayı Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi'ne tahsis etmişler. Bu karar, her tür kültür faaliyetinin köşesinden bucağından tırtıklanıp yok edilerek nereye varacağımızın belli olmaması dışında, beni doğrudan etkileyen bir olay değil. Ama denizcilik bilgimin ne kadar çoğunu izcilik sırasında elde ettiğimi düşününce sinirlenmemem de elde değil.

 

On bir ilâ on beş yaşlarımın arasında izciydim, 58. oymağın Kurt obasında. Aslında deniz izciliği değildi yaptığımız; ama, denizcilikle, deniz dünyası ile ilgili birçok şeyi o arada öğrendim. Bizim izciliğimiz diğerlerinden biraz farklıydı; öyle on dokuz Mayıs törenlerine katılıp trampet, borazan falan çalmazdık. Zaten tüm oymakta bir tane borazan vardı, onu da kamplarda kalk borusu niyetine öttürmeye çalışırdık ama pek beceren olmazdı. Oymak beyimiz hep Amerikalı hocalarımız oldu; Amerikan izcilerinin el kitabını kullanıp hep ciddi ciddi izcilik yaptık. Hafta sonları dağlarda tepelerde "Dağ başını duman almış, güneş ufuktan şimdi doğar" türünden yürüyüşler yapıp geceleri bir yerlerde çadırda konaklar, kamp ateşinin etrafında şarkılar söylerdik. Yazları uzak yerlere gidip, bir göl kenarında, deniz kenarında kamp kurardık. Doğayla, denizle iç içe yaşayıp, yön bulmayı, pusulayı, kerteriz almayı; göğü, takımyıldızları, yıldızları; arazi yapısını, ırmakları, denizin dibini; ana ve ikincil yönleri, rüzgârları; halatları, bağları; kayıkta ve kanoda kürek çekmeyi, yelkenle gitmeyi, dalgaları, akıntıları; denizde adam kurtarmayı, ilk yardımı; dalmayı, balıkları, balık ayıklamayı ve pişirmeyi hep izciyken öğrendim. Şimdi doğrudan çocuklara, dolaylı olarak kültürlerine böyle insafsız bir oyun oynanmasına nasıl üzülmem?

 

İzciyken öğrendiğim bir iki şeyi aktarayım da bari bu yazının ağıt yakmaktan öte bir yararı olsun.

 

1. "Kayıkla alabora olduğunuz takdirde kayıktan sakın ayrılmayın" diye öğretmişlerdi izciyken. O zamanlar tabii kayıklar ahşaptı ve batmazdı, böylece sizi suyun üstünde tutacak bir sephiye aracı olurdu. Benim de başımdan geçtiği için bu olayı gerçekten yaşadım ve bir gece denizde kaldıktan sonra balıkçılar tarafından kurtarıldım. Tekneyi bırakıp bir yerlerde yüzmeye kalkışmış olsaydım herhalde bugün bunları yazıyor olmazdım.

 

2. Bugün kayıklar genelde camyünü donatılı plastikten yapılıyor ve sephiye tankları yoksa batıyorlar. Eğer can yeleği bulundurmama gibi bir enayilikte bulunduysanız, yine izciyken öğrendiğim şöyle bir numara yapabilirsiniz: Pantalonunuzu çıkarıp paçalarını düğümleyin. Sonra belinin iki tarafından tutarak yukarıdan suya doğru hızlıca vurun. Bacakların içine hava dolar ve pantolon, size bir süre sephiye görevi yapacak bir araca dönüşüverir. Kumaşın arasından hava kaçıp söndükçe, alttan biraz hava üfler, tekrar şişirirsiniz. İlkel bir can yeleği ama sizi yorulmaktan alıkoyar.

 

3. Yüzme bilmeyip de denize düşen bir kişiyi kurtarmak zor bir iştir, çünkü panik halindedir. Yüzerek yanına yaklaştığınız zaman hemen size sarılır ve kendini yukarı çıkarmak için sizi batırmaya çalışır. O durumda hemen dalın, anında sizi bırakacaktır. Panik halinde olan birini kurtarmak için doğrudan yaklaşmayın, arkasından gelerek bir elinizle çene altından yakalayıp sırtüstü yatırın ve göğsünüzün üstüne alın. Ya da saçından da çekebilirsiniz. Göğsünüzün üstünde kaldığı için sizi batırmaya çalışmaz, siz de sırtüstü yüzerek onu güvenli bir yere götürebilirsiniz.

 

4. Bir başka izci numarası: Gündüz vakti el pusulanız denize mi düştü? Geçmiş olsun, ama fazla üzülmeyin. Çünkü bileğinizde bir ariyet pusula var: saatiniz. Saatinizi yatayda tutup akrebin ucuna düşey olarak ufak bir çubuk, örneğin tel parçası, bir kürdan falan tutun. Sonra kolunuzu, yani saati, çubuğun gölgesi saatin ortasına düşecek biçimde çevirin. İşte pusulanız hazır. Akrep ile saat on ikinin arasında kalan açının ortayı güneyi gösterir. Nasıl mı? İşte o on puanlık bir uzman sorusu, onu da siz çözün.

 

Ariyet Pusula

Tabii bu iş öyle göründüğü kadar kolay değil. Pusulalarda doğal sapmaydı, arızî sapmaydı diye zaten bir sürü düzeltme yapılmıyor mu? Onun gibi, bu pusulada da biraz düzeltme yapmak gerek. Çünkü bu yöntemde, sözü edilen saatin, Türkiye saati (TSİ) değil de bulunduğunuz yerdeki gerçek saati, yani güneş saatini gösterdiği öngörülüyor. Önce yerin boylamına göre bir düzeltme gerek. Eğer 30º doğu boylamındaysanız, örneğin İzmit körfezinin dibinde, problem yok; çünkü TSİ bu boylama göre ayarlıdır, orada TSİ zaten güneş saatidir. Ama başka boylamlarda güneş saati, batıya doğru her derece için TSİ'den 4 dakika geri, doğuya doğru ileridir. İzmir'deyseniz, örneğin, güneş saati TSİ'nin 14 dakika gerisinde, Rize'deyseniz 42 dakika ilerisindedir. İkinci olarak da saat yaz saati midir, kış saati midir, onu düzeltmek gerek. Yazın güneş saati, TSİ'den bir saat geridedir.

 

Üstelik, kol saati, yön pusulası olmanın ötesinde aynı zamanda güzel bir kerteriz pusulasıdır. Önce güneyi belirleyip de saat on ikiyi o yöne çevirdiniz mi pusula hazır. Kerterizini almak istediğiniz alâmeti, saatin ortası ile transite getirin. Bu transit ile saat on iki arasındaki açı aradığınız kerterizdir. Bu değeri, kadrandaki her dakika 6º olacak biçimde hesaplayabilirsiniz.

 

Eğer, saatiniz dijital saatse, o zaman kaderinize küsün. Zaten size kim o kadar yüksek teknoloji delisi olun dedi? Hem ben izciyken dijital saat denen alet yoktu ki.

 

 

Tekne Retîmesi

 

Zaman geçtikçe birçok şeyleri unutuyoruz, kültürümüzden kaybolup gidiyorlar. Bugün "retîme" nedir diye sorsam, kaç kişi bilir. Retîme, bir şeyi unutmamak için parmağa bağlanan ipliğe denirdi; şimdi kimse böyle şeyler yapmıyor artık herhalde.

 

Teknemden her uzun süre ayrılacağım zaman, yapmam gereken şeylerin bazılarını sık sık unuttuğum için, ben de bir "tekne retîmesi" geliştirdim. Benim tekneme göre on beş maddeden oluşan bir liste hazırladım; listeyi (retîmeyi) de unutmayayım diye ezberledim.

 

Benim listemin en başında kinistin vanaları var; yani teknenin gövdesini delip geçen vanalar. İngilizceden aldığımız bir ad; Kingston valve'dan geliyor. On dokuzuncu yüzyılın başında yaşamış olan John Kingston adındaki bir İngiliz mühendise atfen deniyor. Kinistin vanaları teknenin korkulu rüyasıdır; açık kalan bir vanaya bağlı bir hortum ya yerinden kaysa (ki bundan dolayı hortumların vanalara çift kelepçe ile bağlanmaları gerekir) ya da hortumu bir fare kemirse ve ben de evde tatlı rüyalar görüyorsam, Çilingoz olduğu yerde battı, gider. Onun için listede 1. motor soğutma suyu girişi, 2. tuvalet pis su çıkışı, 3. tuvalet deniz suyu girişi, 4. tuvalet lavabosu gideri, 5. kuzina eviyesi gideri, 6. eviye deniz suyu girişi, 7. maseratör çıkış vanası.

 

Ondan sonra kötü sonuçları, aynı derecede olmasa bile yine de sorunlu olabilecek konular: 8. yakıt deposu çıkış vanası, 9. mutfak LPG tüpü vanası. Sonra elektrik konuları: 10. motor marş anahtarı, 11. panodaki tüm şalterler, 12. ırgat şalteri, 13. ana şalter, 14. 220 v. redersör bağlantısı, ve 15. parakete pervanesi. Tekneye geldiğimde ise bu listeyi tersinden tekrar kontrol ediyorum. Ezberlediklerimi de sık sık unuttuğum için bu liste, harita masasında çekmecede yazılı olarak duruyor; çocuklar da geldiklerinde ne yapacaklarını biliyorlar böylece.

 

Bir başka yazımda yelkenciliği yüzde on keyif, yüzde otuz endişe, yüzde altmış angarya olarak gördüğümü, bu sondaki yüzde kırka, o yüzde on yüzünden katlandığımızdan söz etmiştim. Tekne retîmesindeki işler de işte bu yüzde otuz-yüzde altmış, endişe-angarya sınırındaki işlerden!

 

 

La Navigante Solitaria

 

Şu İngiliz yelkenci kadınları yok mu, dünyada bir eşleri, benzerleri yok. Son yıllarda hepimiz Ellen MacArthur'u tek başına katıldığı uzun yarışlarla tanıdık. 21 yaşındayken kendi çabasıyla donattığı 6.4 metrelik Le Poisson adlı yatıyla Mini Transat transatlantik yarışında 17. olduktan sonra, 2005 yılında 23 metrelik B&Q/Castorama adlı katamaranla tek başına dünya çevresinde seyir rekorunu kırdı. Bu başarısının üzerine İngilizlerin kadınlara verdiği en yüksek unvan olan Dame (Sir karşılığı), Fransızların Légion d'Honneur rütbesinin Chevalier (şövalye) unvanlarıyla onurlandırıldı.

 

Ellen MacArthur daha genç, hâlâ yelken yapıp, yarışıp, kurduğu vakıfta çocuk ve gençleri yelkenciliğe kazandırmaya çalışıyor. Eli ne derece kalem tutuyor, bilemiyorum; ama İngiliz kadın yelkencilerin geleneğine uyacaksa maceralarını anlattığı kitaplar yazmaya başlaması gerek.

 

Bu cerbezeli kadın yelkenci-yazar kahramanlardan birini, Ellen MacArthur doğduğu sıralarda Atlantik okyanusunda seyreden Clare Francis'i daha önce anlatmıştım. Bugünkü kadın yelkenci-yazarımız ise Clare Francis daha bebekken 1953 yılında Atlantik okyanusunu tek başına geçmiş biri.

 

Ann Davison'un hayatı dramatik olaylarla, zorluklarla, talihsizliklerle dolu. İkinci Dünya Savaşı sırasında kocasının havaalanına el konulması sonucu, varlarını yoklarını satarak 22 metrelik antika bir yelkenli ediniyorlar. Epey borca girip iki yılda denize elverişli hale getirdikten sonra alacaklılarına görünmeden İngiltere'den sıvışıyorlar. Manş Denizi'nde on dokuz gün eğlendikten sonra bir fırtınada tekneleri parçalanıyor, kocası ölüyor, Ann ise zor kurtuluyor. "Üç yıl sonra yeniden tek başıma yelken yapmayı öğrendim; ama bir başkaldırı, ya da öç alma amacıyla, ya da kefaretle veya kendimi affettirme duygusuyla değil. Daha başlamadan büyük bir felâketle sona eren bir yaşam biçimine yeniden dönmek için. Başından beri, neden olduğunu açıklamak olanaksız olsa bile, döneceğimi, dönmek zorunda olduğumu biliyordum" diye yazıyor sonra.

 

Bir tersanede işe giriyor ve sonunda Felicity Ann adında 7 metrelik bir yelkenli edinip tek başına Atlantik okyanusunu geçmeye karar veriyor. 1952 Mayısında yola çıkıp, 1953 Şubatında Dominik Adası'na varıyor; tam on ayda. Yelkenciliği ve denizciliği tam da bilmediğinden dolayı başından bir sürü olay geçiyor. O güne kadar hiçbir kadının böyle bir işe kalkışmamış olması, çok meşhur olmasına yol açıyor. İspanyollar ona La Navigante Solitaria (Yalnız Denizci) lakabını takıyorlar. Seferinde o kadar yavaş seyrediyor ki zaman zaman varacağı yere çok geç varmasından dolayı yolda kaybolduğu sanılıyor.

 

Davison, Atlantik seferi sırasındaki başından geçenleri daha sonra, adı yaygın bir İngiliz balıkçı duası olan "O Lord, thy sea is so great and my ship is so small" (Tanrım, senin denizin o kadar büyük ve benim gemim o kadar ufak ki" sözünden kaynaklanan My Ship is So Small (Gemim O Kadar Ufak ki) başlıklı kitabında anlatmıştı. Kazablanka'dan Kanarya Adaları'na geçişi hakkında anlattıkları, tek başına seyretmenin birçok özelliğini ortaya koyuyor; cesaret, dayanıklılık, yanlızlık, sukûnet, huzur, sürekli tetikte bulunma gereği ve yaşayan denizle bağlantı duygusu. Ve hep, ufkun biraz ötesinde, yalnız rüzgâr ve havadan değil aynı zamanda geçen gemilerden gelebilecek bilinmeyen tehlikeler ya da beklenmeyen zevkler: "Bir salyangoz hızıyla aldığım yol, paraketa halatında kakamoz büyümesine davetiye çıkarıyordu; ve o kadar inatçıydılar ki temizlemek çok zordu. Su o kadar berrak ve durgun idi ki ara sıra denizin dibine kadar görebilirmişin gibi görünüyordu. Gemimin gölgesinde, büyüleyici, siyah ve parlak mavi, çizgili balıklar yüzüyordu. Birkaç uçan balık, bir gölde kaydırılmış yassı taşlar gibi suyun üzerinde sekerek gidiyordu. Çok ufaktılar bu uçan balıklar, golyan balıkları kadar ufaktılar. Sabahları denize attığım çöplerin akşam vakti hâlâ bordada durduğu zamanlar oluyordu. Hava esintisizdi, gemiden en ufak bir ses çıkmıyordu, bir çıtırtı bile; ve sessizlik ilkseldi. İnsan, gökteki bir bulutun bile arkadaşlık anlamına geldiği bir gezegende yalnız başına idi sanki".

 

Felicity Ann

Ann Davidson, daha sonraki yıllarını Kuzey Amerika ile Bahama adaları arasında seyrederek, Amerika kıyılarını ve Misisipi nehrini dolaşarak geçirdi. Parçalanan ilk teknelerinin borçlarını ödedi, çeşitli maceralarını anlattığı kitaplar yazdı: Last Voyage (Son Sefer), Home Was An Island (Evim Bir Adaydı), My Ship is So Small ve son teknesinin adına atfen In the Wake of Gemini (Gemini'nin Dümensuyunda).

 

Arkasında yalnız anısı ve bu kitaplar kalmadı. Atlantiği geçerken kullandığı Felicity Ann adlı tekne, 1939 yılında yapılmaya başlanmış ve 1949 yılında tamamlanmıştı. Tekneyi 1980 yılında San Diego'da terkedilmiş olarak bulan bir Amerikalı çift, onu Alaska'da 2000 yılında restore etmeye başladı. Böylece omurgasının konmasından 70 yıl sonra hâlâ denizlerde geziniyor.

 

Bu da anlayana bir "sivrisinek saz" değil mi?


  Çilingoz'un Portucundan sayfasına dönmek için tıklayınız.