MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



BUTİK KOYLAR KILAVUZU


 

Üstat Sadun Boro, Vira Demir adlı kıyı kılavuzunda bir yatçıya gerek olan her tür bilginin yanında bir de "birkaç teknelik küçük" koyların varlığından söz eder. Bu koylar birçok insanın geçerken kolaylıkla ıskalayabileceği, kayalık burunların arkasına sığınmış, farkına varılsa bile girilmeye, girilse bile birden patlaması olası hava korkusuyla demirlemeye cesaret edilemiyen ufak girintilerdir. Butik oteller gibi miniktirler, o derecede de kişilikli, o derecede güzeldirler. Yalnızca önlerinden kazara geçmekte olanlar değil, Rod Heikell gibi, Andrea Horn ve Wynn Hoop gibi kıyılarımız hakkında ahkâm kesen yazarların dahi ıskaladıkları koylardır bunlar. Vira Demir'in içerdiği bu "butik koylar" bilgisi, onu bu özelliği ile bir kat daha üstün kılar.

 

Sıcaklar bastırmadan, günübirlik gezi kalabalığı bastırmadan, ızgara sucuk kokuları, avaz avaz bağıran Arabesk "sanatçıları" bastırmadan, "mavi yolculuk" guletleri gelip lenduha gibi bu koyların ortasına oturmadan bir ufak gezi yapalım dedik, küçük oğlum Selçuk'la. Turgutreis'ten İztuzu'na kadar gidip geldik. Onbeş gün hep hafif güneyli havalar, hep de gideceğimiz yönden esip durdu. "Mavi yolculuk" usülü motorla yol alıp, yelkenleri havaya gösteremedik. Ama yine de keyifli bir gezi oldu, "butik koylar"dan bazılarına demirleyip tadını çıkardık.

 

 

Mersincik'in Batı Koyu

 

Sadun Usta der ki: "[Mersincik] koyunun batı yakasında birkaç teknelik küçük bir koy vardır. Burada sahile çıma tutulup rahat yatılır."

 

Yelkenleri havaya gösteremedik dedim ya; motorla yol alıyoruz. Derken motordan bir fışırtı gelmeye başlamış; Selçuk kapağı açıp bakınca, su pompasının üzerindeki bir delikten deli gibi su fışkırdığını görmüş. Zaten ben de dümen başındayken ekzosttan su çıkmadığına dikkat etmiştim. Motoru stoperlerdik; yolda kaldık, iyi mi?

 

Su pompasının kapağını açınca, impeleri sıkıştıran eksantrik parçasını pompa gövdesine sabitleyen vidanın kırıldığını ve yerinden fırlayıp kaybolduğunu, impellerin de parçalanmış olduğunu gördük. Üstelik de vida eksantriğin içinde kırılmış, sökmek mümkün değil. Yarım santim boyunda iki milim kalınlığında enayi bir vida. Yani şimdi biz bu enayi vida bozması yüzünden yolda mı kalacağız?

 

Bu işlerden anlamıyor olsak, kalırdık da. Denize çıkan herkesin bir motorun nasıl çalıştığını, neresinde ne olduğunu bilmesi, anlaması ve arızalarını giderebilmesi gerekir. Karayolu değil ki mübarek yer, yolda kaldığında telefon edip tamirci ustası çağırasın. Onun için, benim teknemde ufak bir tamir atölyesi niteliğinde alet takımları, ıvır zıvır gereç ve önemli motor parçaları bulunur. Eksantrik parçasının yedeği varmış, ama vidası yok. Impelerin yedeği var. Vida için de kutuda bulunan seksen türlü vidadan bişeyler uydurduk, pompayı tamir edip yola koyulabildik.

 

Mersincik koyunun batı yakasındaki "butik koy"a varıp, demirledik. Sahile çıma verip yattık. Ama vakit daha erken olduğu için yatmadık, bir "Ooh!" çekip batmakta olan güneşe karşı cin toniklerimizi içmeye koyulduk.

 

Evinrude Fisherman 1935

Daha ben ortalarda yokken rahmetli babamın bir yelkenli kayığı bir de 1935 model Evinrude dıştan takma motoru varmış. Sonraları annem hantallığına ve gürültüsüne kızıp o motoru bir hurdacıya sattıydı, babama haber vermeden. Babamdan çok ben kızmıştım, "o antika aleti nasıl" satarsın diye. Bir gün bu kayıkla Ada'ya gitmişler, dönerlerken motor "pırt pırt" edip, durmuş. İş başa düşünce, babam, annemin başındaki saç iğnesini kullanarak tıkanmış olan karbürator memesini temizlemiş ve tekrar yola koyulabilmişler. Annem anlatıp dururdu hep kocasının ne kadar bilgili ve becerikli biri olduğundan öğünerek.

 

Makina dediğin bozulur, bozulunca ne yapılması gerektiğini, nasıl yapılması gerektiğini bilmek gerek. Gemilerde ne diye kaptan kadar önemli bir çarkçı takımı bulunuyor ki? İşte bundan! Ben yalnızca gereken alet edevatı ve yedek gereçleri değil, ayrıca makinanın servis elkitabını da bulunduruyorum. Zurnanın "zırt" edeceği yer belli olmaz.

 

Denizde neyin ne işe yarayacağı kestirilemez. Ben de geçen gün, yerde, döşemecilerin kullandıkları türden, topbaşlı uzun bir iğne buldum, hemen alıp alet kutusunun bir köşesine attım. Gün olur, umulmadık bir işe yarar, karım da annem gibi kocasının ne kadar bilgili ve becerikli biri olduğuyla öğünür diye.

 

 

Kıyırap (Gıynap) Koyu

 

Sadun Usta der ki: "[İnce dilin] içi, birkaç teknelik küçük bir koydur. Koyun alnında çakıllık bir plaj oluşur."

 

Tam demirleyip kıyıya koltuğu bağlamıştık ki, "zırr" telefon: Tosun. "Nerdesin, ne yapıyorsun, daha ipleri çekiştirmeye başlamadın mı?" diye soruyor. "Kıyırap'tayım" deyince "Yahu, vaktiyle biz orayı satın almak istemiştik" diyor " İsdemir'in sualtı inşaatlarını yaparken. Sahibi Yazı köyünden biri; biz dörtyüz bin verdik, o beşyüz bin dedi, anlaşamadık. Çalışanlar için bir dinlenme tesisi yaparız diye düşünmüştük." Gerçi koy minicik, güzel ve korunaklı. Yine de solugan giriyor, tekneye baş kıç yaptırıyor; tepeden inen cıvarna bordaya vurup kayalık yakaya yaslamaya çalışıyor. Teknede uyanık bulunmak gerek. Karadaki adam için ise iş başka; çakılları yalayan dalga, ninni gibi; cıvarna serin bir soluk gibi. Dinlenme yeri için birebir; ama, yazık işte, olmamış. "Olsaydı da tesisi yapabilirmiydik, bilemiyorum" diyor "sit alanı ya, kimbilir neler çıkardı başımıza."

 

Tosun'la Baskın'ı bilenler bilir. Birlikte altmışlı yıllarda Bordum'da süngercilik yapmaya gidip oradakilere "nargile" denen dalış takımını öğreten yeni yetmeler. Böyle efsane olmuş adamların soyadı yazılmaz, bir yerde ülkemizdeki balıkadamların duayenleridir onlar. Çanakkale batıklarından Independenta'ya, her yere dalıp çıktılar, İskenderun'dan Libya'ya her yerde sualtı inşaatları yaptılar. Tosun'u tanımıyor iseniz, olsun. Belki birgün denizde rasgelirsiniz; Cavurali adında soylu bir tirhandili var, dünyanın her yerinden insanlar, bu nadir, muhteşem tirhandilde onunla dalış yapmaya gelirler.

 

 

İnce Burun Koyu

 

Sadun Usta der ki: "İnce Burun Yarımadası'nın kuzeyinden bir burun çıkar, onun doğu tarafı, ancak birkaç teknelik küçük bir koy yapar. Ne yazık ki bu güzel koy balık çiftliğiyle kapatılmıştır (2004)".

 

Burnu dönünce baktık, aa! balık çiftliği yok. Acaba yanlış burun mu derken farkına vardık ki ilerideki balık çiftlikleri de görünmüyor. "Oh ne keyif" diyerekten kuma demiri fundo ettik, koltuk halatını da kıyıya uzattık. Demiri saplamaya çalışıyorum koltuğa asılarak; direniyor, direniyor sonra birden boşalıp tarıyor. Tekrar saplanıyor, tekrar direniyor, tekrar tarıyor. Allah, allah! Ben böyle şey görmedim; sazlık desen böyle olmaz, zaten görünürde de sazlık bir dip yok.

 

Selçuk dalış gözlüğünü ayna gibi kullanıp baktı; demir bir halata takılmış. Halatın iki ucunda birer kaya, çektiçe direniyorlar, sonra yerlerinden kayarak tarıyorlar. Halat da demirin kuma gömülmesine engel oluyor. Meğer balık çiftliğinden kalan tonoz halatı imiş, öylece bırakıp gitmişler denizin dibinde. Etrafa biraz daha bakınca bol miktarda atık malzemenin denizin dibini kuşattığını gördük.

 

Mayıs ayının başında Radikal gazetesinde bir haber vardı " Denizde hayalet avcı sorunu" başlıklı. Bozburun ve Söğüt'teki balık çiftliklerinin taşındığını, ama geride bıraktıkları artıklar nedeniyle balık ölümlerinin başladığını anlatıyordu. "Bir başka tahribat 'hayalet avcılık', altta kalan ağ ve misina parçalarının kendi kendine avlanmaya devam etmesi..." diyordu.

 

"Ne var bunda şaşacak?" derseniz, haklısınız. Zaten piknik yerlerini pislik içinde, yol kenarlarını plastik şişe, bira kutusu, poşet yığınları ile "ziynetlenmiş" olarak bırakmıyor muyuz hep birlikte? Denizin dibi mi kurtulacaktı bu alışkanlığımızdan?

 

 

Korsan Koyu

 

Sadun Usta der ki: "Ancak birkaç teknenin sığabileceği [koy], adı gibi saklı, beyaz kayalardan oluşmuş küçük bir adanın arkasına gizlenmiş yatar."

 

Korsan Koyu

Yakalarındaki kayalıkları gözete gözete koya girdik, uygun bir kumluk bulup demirledik; kıyıdan da koltuğu alınca vazifelerimizi yerine getirmiş olduk.

 

Ertesi sabah karaya çıkıp Sadun Usta'nın kitabındakine nazire olsun diye koyun bir fotografını çektim. Ama sonra karşılaştırınca gördüm ki o çok daha yukarılara tırmanıp çekmiş. (Vira Demir'e bakıla!) Tabii o benden daha yaşlı, ama neresinden bakarsan bak, benden daha genç.

 

"Butik koylar"ın kıyılarındaki çakıllar, kayalarındaki oyuklar, yamaçlarına tutunmaya çalışan makiler, sanki öylesine doğal kaderlerine terkedilmiş karakter aktörleri gibi dururlar; ama bunların herbirine insanların anlamlı, anlamsız her türden ufak anıları yapışıp kalmıştır. Dalganın her vuruşunda, cıvarnanın her esişinde bu anıları anlatır dururlar.

 

 

Gobene

 

Gezi boyunca onbeş gün sırtı çektik ama hiç birşey yakalayamamıştık. Derken Kızıl Ada'nın boğazında cesur bir kahraman atladı, gelirken fazla da yormadı. İki kilo var herhalde. Selçuk balığı kuyruğundan sallayıp "bunu ne yapacağız? diye sordu. Atsan atılmaz, satsan satılmaz; öyle bir balık.

 

Gobene

Orkinosa benzer şişko bir uskumru gibi. Aslında emmioğlunun da adı zaten o: "uskumru orkinosu". Onun sırtındaki desenler uskumru gibi düzenli, belirgin; bunun sırtındakiler ise biraz daha bulanık, kolyos gibi. Öyle pek kullanılmıyor olsa da, doğru adı "gobene". Bize Rumların kopani'sinden miras kalma; hem küçük mekik demek hem de balığın adı. Daha çok "tombik" ya da "tulina" diye biliniyor ama onlar aslında başka balık. Bunun bilimsel adı Auxis rochei. Auxis Latince "bir tür orkinos" demek; roche izafeti ise Balear ve Pityuz (Ibiza ve Formentera) adalarında bilimsel araştırmalarında bulunan François Etienne de la Roche (1781-1813) adlı Fransız balıkbilimciye. Zavallı adam, 32 yaşında, Rusya'daki mağlubiyetinden dönen Napolyon'un ordularının Paris'e getirdikleri tifüse yakalanmış, ondan ölmüş.

 

Güney kıyılarımızda gobene ve emmioğlu "uskumru orkinosu"nu (Auxis thazard. Thazard, Fransızca büyük uskumru demek) palamut diye satarlar, aman sakın aldanmayın. Palamut daha narincedir ve sırtındaki çizgiler uzunlamasına (nerdeyse) gider. Palamut ne kadar lezzetli (hiç olmazsa bana göre) bir balıksa, gobene ve uskumru orkinosu o derece rezil balıklardır. Bir kere çok kanlı, üstelik de acıdırlar. Acılığı belkemiğinin etrafındaki yumuşak kanlı etten gelir; palamutta olduğu gibi. Onu mutlaka kesip atmalı. Geri kalanını bir süre suda bırakıp kanının süzülmesini sağlamalı. Sonra gelir biraz lezzetlendirme işi; zeytinyağı, limon ve defne yaprağı gibi bir sosa marine yatırabilirsiniz. Sonra kızartıp, cesurane bir giriş yaparak yiyebilirsiniz. Japonlar belki bunu nadir bir lezzet sayıp, suşi yaparak çiğ yiyorlardır. Biz, tutmuş olduğumuz için mecburen yedik ama, nasıl yediğimizi ne siz sorun ne de ben anlatayım.


  Çilingoz'un Portucu sayfasına dönmek için tıklayınız.