MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



BİR AY SONRA YİNE YILDIZLARIN ALTINDA


 

Eskiden Ağustos ayının ortalarına geldik mi beni bir ikirciklenme almaya başlardı. Bir yandan daha yaz devam ediyor, tatil devam ediyor, denizde güzel seyirler devam ediyor diye bir ferahlık, bir iyimserlik, bir ümit duygusu; öte yandan yakında yaz tatili bitecek, cenovanın altından gurubun seyredildiği ılık akşamların sonu gelip, üniversiteye geri dönmek gerekecek diye bir tedirginlik. Hafta sonları Çeşme’yle Ankara arasında otobüslerde çekilen uykusuzluklar, boyun tutulmaları yeniden gelecek diye hayıflanmaların beni kemirmeye başladığı günlerin ikirciklenmesi.

 

Ağustos Ayı: Saat 22de Gökkubbe

Ama artık bu ikirciklenme olmayacak, çünkü emekli oldum. Artık belirli bir günde ve belirli bir limana varıp akşam dokuz buçuk otobüsüne yetişmek gibi, palpa liman havalarda “gır gır gır” motor gürültüsüyle bitmez tükenmezmiş gibi gelen egzost kokulu seyirler, “ufkun altında beliren şu lâcivert çizgi acaba bir fırışkanın habercisi mi” diye umutlanılan tatsız seyirler yok artık. Gönlümün keyfine göre ister yıldızların altında seyrederim, ister bir koya varıp demirimi funda ederim; ister bugün, ister yarın, değil mi efendim?

 

Bugün Ağustos’un onbeşi. Bütün gün sert bir meltem esti; borina seyredip bata çıka sonunda bu ıssız, sakin koya, Eğriliman’a vardık, üç beş kulaç suya demirledik. Herhalde motoryat sahipleri çocuklarını okula hazırlamakla meşgul ki, limanda ne jeneratör gürültüsü var ne de kasap havaları. Dersin ki sihirli bir silgi, bir biz bir de tepemizdeki uçsuz bucaksız evren dışında herşeyi silip atmış.

 

Kerâhet vaktinin gereklerini yerine getirdikten sonra, saat on gibi güverteye uzanıp göğü mekân tutmuş kişilerin neler yaptıklarını dikizlemeye başladım. Yıldızların Altında'da hayat hikâyelerini anlatmadıklarım  sanki “Bizi unutma bu gece!” der gibi bakıyorlar. Demirkazık’ın doğusuna doğru W harfi biçiminde bir tanıdığa rastgeldim önce. Gerçi kendisiyle bundan binyıllar önce tanışmıştık ama ben, o gündür bu gündür onu hiç unutamadım. O zamanki adı Cassiopea idi, bugün batılılar hâlâ öyle tanıyor.

 

Kraliçe Cassiopea

Yalınayak dolaşan, şen şakrak, güzel bir kız idi; benim de gönlümü çalmıştı. Derken günün birinde Habeşistan kıralı Cepheus çıkageldi, ona talip oldu. Adam tam bir ızbandut; sağ elinde bir kırbaç, vahşi bir adam, ama kral. Eskiden adına “Sefe” derdik; şimdi “Kral” diyorlar. Kral dururken bana kim yüz verir, Cassiopea beni unutup ona vardı elbet. Herif kral olmasına kral ama yine de haydudun teki. Onun için Sefe’yi anlatmak fazla yüz vermek olur, geçiniz!

 

Kral Sefe ve Cassiopea

Cassiopea, Sefe’e varır varmaz birden değişti, ne oldum delisi oldu. Bir kibir, bir kibir ki sorma! Güzellikleri dünya âlemce meşhur deniz perileri Nereislerden bile daha güzel olduğunu söyleyip, orada burada böbürlenmeye başladı. Bunu duyan Nereisler, Cassiopea’yı babaları deniz tanrısı Poseidon’a şikayet ettiler. O da, ceza olarak, güzel kraliçeyi sonsuza kadar Demirkazık’ın etrafında dönüp durmaya mahkûm etti. İyi de bunun nesi ceza?

 

Cassiopea'ya biz bugün “Kraliçe” diyoruz, Habeşistan kraliçesi olduğu için. Ama bir adı daha var: “Koltuk”. Eskiden “Zât-ül kürsî” (= tahtın sahibesi) denirmiş. Kralın yanında oturduğu yer tahttan çok bir tabureye benziyor ama Abdurrahman el Sûfî’nin Kitab-ül micestî’de çizdiği resmine bakarsak gerçekten de bir tahtta oturduğunu görüyoruz. Ama orada pek de rahat edemedi zavallı sevgilim. Çünkü ceza olarak sürekli gökte dönmeye mahkûm ya, göğün batısında olduğu zaman tahtında rahat oturuyor ama gün dönüp de bu akşam olduğu gibi doğuya geldiğinde tepetaklak oluyor, tahttan düşmemek için sıkı sıkıya tutunmak zorunda. Kısacası günün yarısında rahat, diğer yarısında “ha düştüm ha düşeceğim” diye endişe içinde, çabalama içinde. Sefe’ye varmak yerine nâçiz kulunuza varsaydı daha iyi olmaz mıydı? Ne oldum delisi olmasına gerek kalmaz, tahtını benim gönlüme kurup rahat etmez miydi?

 

Kraliçenin elinde tuttuğu âsânın ucunda bir ay var, onu da oraya El Sûfî’nin koyduğu söyleniyor. El Sûfî’ye poz verdiği zaman herhalde âsâsını almayı unutmuş olmalı ki resminde o ay yok. Sağ göğsündeki elmas iğne ise aslında bir göksel seyir yıldızı, adı da “Şedir”. Latince adı olan “Schedar”dan bozma. O da, bergamot misali, dönüp dolaşıp Arapça “Sadr-ı zât-ül kürsî”den gelme; tahtın sahibesinin göğsü demek.

 

Cassiopea ile Sefe’nin bir kızları oldu, adını Andromeda koydular. Ama talihsiz bir zavallı oldu. Çünkü Poseidon, Cassiopea’ya verdiği cezayı yeterli bulmadı, “sen misin benim kızlarımdan daha güzelim diye böbürlenen” deyip Habeşistan diyarını talan etmek üzere, insanları ve davarları yiyen bir deniz canavarını üzerlerine saldı. Bu canavar hâlâ “Balina” adıyla gökte bir yerlerde geziniyor. Bu lânetden kurtulmanın tek yolu meğerse Andromeda’yı canavara kurban etmekmiş; onun için de zavallıyı deniz kenarında bir yere zincirlemişler. Bu akşam annesinin daha doğusunda yer alan Andromeda’yı “Zincirli Prenses” diye tanıyoruz.

 

Zincirli Prenses

Eski adı da aynıydı: “İmreet-ül müselsele” (= zincirli kadın). Zincir konusundan pek hoşlanmamış olmalı ki, El Sûfî, onu değişik bir biçimde, zaten bir balık yutmuş olan balina ile beraber resmetmiş.

 

İmreet-ül-müselsele

Başında tacı yok ama onun da elmastan bir göksel seyir tektaşı var: Alpheratz. Arapça “al feres”ten bozma, at demek. Ne ilgisi var derseniz, sabırsızlanmayın, biz hikâyemize devam edelim.

 

Masallarda her zaman başı dertte olan prensesleri kurtaracak bir prens ortaya çıkmaz mı? İşte, Andromeda’nın da bir kurtarıcı prensi var. Adı Perseus, eskiden “El fârîs” (= atlı) dermişiz. “Balina” gibi o da göğün yakınlarında bir yerde dolanıp duruyor. İşte o gelip zincirli prensesi kurtarıyor, sonra evleniyorlar, falan filân; uzun hikâye. Esas ilginç olan atı. At bildiğiniz atlardan değil, kanatlı bir at. Benim gençliğimde Mobil yüksek oktanlı benzini ilk çıkardığında, ortalığı “çifte kuvvetli” diye afişlerle donatmıştı. Afişlerde kanatlı bir atın resmi vardı; adının da Pegasus olduğunu o zaman öğrenmiştik. Günümüzde ise “Kanatlıat” takımyıldızı olarak biliniyor.

 

Kanatlıat Pegasus

Eskiden “Feres-i âzâm” (= büyük at) diye bilirmişiz. Göksel seyirde kullanılacak kadar parlak olan üç tane yıldızı var. Biri Sirrah ki Arapça “sürre” (=göbek) ten bozma. Bu yıldızın diğer adı ise zincirli prensesin başındaki Alpheratz, yani bu yıldız hem o takımyıldıza hem de buna ait. Adının “Al feres” (= at) tan gelmesi de ondan.

 

Kanatlıatın sırtındaki parlak yıldız Markab ın adı, tahmin edeceğiniz gibi merkepten bozma. Biz eşek anlamında kullanıyoruz ama aslında binilecek şey, yer demek; yani atın sırtı. Zaten eskiden kullandığımız adı da tümüyle o anlamda imiş: “Metn-ül feres” (= atın orta bölümü). Burnundaki yıldız “Enif”in adı da tabii Arapça’da burun demek olan “enf” ten gelme. Bilmem artık hiç kullanan kaldı mı, bir zamanlar insanlar keyiflenmek için burunlarına tütün tozu çekerlerdi, şimdi eroin, kokain çektikleri gibi. Bu toza enfiye denirdi. Şöyle bir araştırın bakalım, evinizde bir köşede bucakta, dedenizden ya da haminnenizden yadigâr kalmış bir enfiye kutusu vardır belki.

 

Başımı biraz geriye doğru yatırıp başucuna doğru baktım. Tam tepemde hafif mavimsi, parlak bir mücevher gibi duran bir yıldız var: Vega. Bugün Demirkazık ne ise, bundan 14 binyıl önce de Vega oymuş; yani o günlerde evrenin kazığı rolünü oynamaktaymmış. Eğer Vega’da benim bir ikizim varsa ve o da benim gibi göğün kazığına bir halat bağlamışsa elimi uzatıp o halatı yakalayabilmem gerekli. Çünkü, hem Vega çok yakın, yalnızca 25 ışık yılı kadar, hem de Vega’nın gök kazığı (yani kutup ekseninin ucu) bizim güneşimiz. Yakın olduğu için ve güneşten de büyük olduğu için çok parlak görünüyor: güneş dahil göğün beşinci parlak yıldızı. Kolay bulunduğu için de göksel seyirin en popüler yıldızlarından biri.

 

Vega’nın adı Arapça “vâkî” (= olan, konan) dan bozma. Hani “Olur böyle vak’alar, Türk polisi yakalar!” deyimi var ya, oradaki vak’a ile aynı kökten geliyor. Uluğ Bey adını “Nesr-ül vâki” (= konan kartal) olarak koyduğu için, biz de uzun zaman aynı adı kullanmışız. Bugün ise dilimizde “vak’a”lar, vukuatlar hâlâ var ama yıldızın o adı göğümüzden kaybolmuş gitmiş.

 

Tepemde, Vega’dan başka, başucuna yakın yerlerde parlayan ve hemen göze çarpan iki yıldız daha dikkatimi çekti. Denep ve “Uçucu” yıldızları da göksel seyirde kullanılan yıldızlardan ama Vega kadar parlak değiller. Bu üç yıldızın gökyüzünde oluşturduğu sanal üçgene “Yaz üçgeni” adı veriliyor, çünkü yaz aylarında hemen hemen her gece göğün tepesinde yer alıyor. Yaz üçgeni gökte kolayca tanınabilen bir biçim olduğu için, diğer seyir yıldızlarının tanınmasında belirgin bir alâmet.

 

Kuğu

Vega’nın yer aldığı “Çalgı” takımyıldızı ufak birşey, öyle kolayca da görülmüyor. Onu geçelim. Yaz üçgeninin zincirli prenses yönündeki köşesinde yer alan Denep, aslında “Kuğu” takımyıldızının en parlak yıldızı. “Kuğu” gökyüzünün en güzel ve bulması oldukça kolay olan takımyıldızlarından biridir .

 

Denep’e eskiden “Zeneb-üd dücâce” (= tavuğun kuyruğu) dermişiz. Eski yazıda Z (zel) harfiyle D (dal) harfi birbirine çok benzer, aralarındaki tek fark Z’nin üstündeki noktadır; I ile İ harflerinin farkı gibi. O nokta kaynayıp gider de sözcüğü yanlış okudun mu, “zeneb” olur “deneb”; onu da kolay olsun diye “Denep”e çeviriverir insan. Üstelik de Arapça da D ile Z arasında bir sesle okunur “zel”.

 

Denep’ten güneye doğru gidince “Yaz üçgeni”nin üçüncü köşesindeki “Uçucu” yıldızına gelinir. Bu gece gökte o kadar seyrettik; Allaha şükür, en sonunda Türkçe bir yıldız adı! Bu yıldız da bir başka kuşun kuyruğu; “Kartal”ın kuyruğu . Ama adı kuyruktan gelmiyor, konan kartala, yani Vega’ya nazire ile “Nesr-üt tair” (= uçan kartal) dan geliyor. Kısaca “El tair” (= uçan); bozularak Latince’ye Altair olarak geçmiş. Adı Tayyar olanlar iyi bilir.

 

Kartal

Çocukluğumda devlet dairelerine bir dilekçe (âriza) verildiği zaman altına altı kuruşluk pul yapıştırılırdı; beş kuruşluk damga pulu, bir kuruşluk da tayyare pulu. Tayyare (= uçak) pulu Tayyare Cemiyeti’ne (Türk Hava Kurumu) bağış içindi. Damga pulu hemen hemen her büfede bulunurdu ama tayyare pulunu ara ki bulasın.

 

Gökyüzü o kadar çok hikâye ile dolu ki bir tane de ben uyduruversem ne olur ki? Kartalın taşıdığı çocuk aslında Truva krallarından birinin oğlu olan Ganymede’dir; biz de bizim diyarlardan olduğu için kısaca bizim Gani diyelim. Gani okunu baklava biçiminde bir takımyıldıza yöneltmiş, vuracak mı vurmayacak mı? İşte hikâyemizin ana sorunu bu!

 

Söz konusu takımyıldızı ufacık birşey, adı “Kalkan”dır. Gerçi o yıldızlara “Kalkan” adını koymak için biraz “uysa da kodum, uymasa da kodum” demek gerek galiba.

 

Kalkan

“Kalkan” göğe en son yerleştirilen takımyıldızlardan biridir. Eski adının “Riyal-ı Sobiyeski” olduğu bilinince, Avrupalıların, geç de olsa, neden bunu göğe yerleştirdikleri anlaşılır. “Riyal”, riyala (= tuğamiral) gibi İspanyolca “reale”den gelmedir, krallık arması demek. Jan Sobieski ise Polonya’nın meşhur krallarındandır. 1683 yazında İkinci Viyana kuşatması sırasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın ordularını devamlı taciz edip, Viyanalılara yetiştirdiği yardım ile kuşatmanın başarısız olmasına yol açtığı için Avrupalıların kahraman olarak gördükleri biridir. O kadar ki Rembrandt’ın bir portresine konu olmuştur, bu portre bugün Petersburg’daki Ermitaj müzesinde bulunmakta. Palabıyıklı, asık suratlı bir herif. Ama Avrupalılar, Viyana’nın, bir yerde de Avrupa’nın kurtuluşunu, onun kalkanını göğe koyarak tescil etmişlerdir.

 

İşte Truvalı, yani Anadolulu, yani bizim Gani o kalkanı, yani Avrupa Birliği’ni hedef almış. Vuracak mı vurmıyacak mı? Ne dersiniz?

 

  Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.