MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ARMADORUN DÜNYASI


Güneşin altında yandığımız, kavrulduğumuz bir seyrin sonunda, yorgun, argın, bir limana doğru yaklaşırken gözlerimiz neyi arar? Yanyana dizili duran direkleri değil mi? Ya da bir liman kıyısında piyasa yaparken gözlerimiz neye takılır? Direklerin, çarmıkların, ıstralyaların, sonsuz gibi görünen halatların gizemli âlemine, teknelerin armalarına değil mi? İşte o armaların üstünde, nezaket bayraklarının ve kulüp flamalarının arasında tarihî anlam bayrakları da uçuşur, onlar da armaların kendileri kadar gizemlidir.

 

Arma” terimi, Latince arma (= donanım) sözcüğünden türemedir. Akdeniz denizcisinin diline, Latinceden Venedikçeye aynen geçmesi ile girmiştir. Gemici terimlerinin birçoğu gibi, o da Venedik'te Lido kanalından açılıp, Akdeniz’in bir ucundan öbür ucuna seyretmiş, bize de değişmeden, aynı biçimiyle uğramıştır. Yalnızca uğramakla da kalmamış, oraya buraya bulaşmıştır. Hani kulüp bayraklarında ya da rozetlerdeki armalar var ya; gemi sahibi zenginlere armatör diyoruz ya, bir de müteahhitlerimizin bina inşaatında çorba gibi döktükleri betonarme var ya, işte hepsi o “arma” sözcüğünün sinsi sinsi bulaştığı yerlerdir.

 

Ama, armanın en temel öğesi olan “direk” teriminin tarîki ise başkadır. O, dilimize deniz yoluyla değil de çok daha önceleri, kara yoluyla, çadırdan gelmiştir: eski Türkçe “tirgek”ten (= sağlam, ayakta duran) türemedir. Onun nerelere yayıldığını anlatmaya gerek yok, biz armadaki direğe bakalım.

 

Üç Direkli Arma

Tek direkli gemilerde direk, direktir. Çok direkli teknelerde ise, önde olanına “pruva”, ikincisine “grandi” direği deriz. “Pruva”, Venedikçe prova (= geminin baş tarafı) sözünden gelir ki bazan bugün bile bu eski biçimiyle kullanılmaktadır. Halikarnas Balıkçısı, destansı bir deniz romanı olan Aganta Burina Burinata!da, gemisinin yol alışını “deniz provamızda şelale gibi şarıldıyordu” diye anlatır. “Grandi” terimi ise İtalyanca grande (= büyük) sözünden nerdeyse aynen alınmıştır. Artık ender olarak gördüğümüz üçüncü direğe ise “mizana direği” adı verilir. “Mizana”, önce Latince medianus (= ortadaki) sözcüğünden, ordan da zaman içinde Venedikçe mezana (= mizana yelkeni) sözcüğünden türemişdir. Vaktiyle bizim dilimizde “mıcana, mıncana, mancana” olarak da kullanılmış. Hattâ, Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin bir yerlerinde bişeyleri şöyle anlatmış: “... birer tekne ve birer mancana yelken âmâde olmakta ...”

 

Uskuna gibi, grandisi pruva direğinden büyük olan iki direkli armada, pruva direğine adam gibi “pruva direği”, grandiye de “grandi” denir. Ama bugünlerin hazır ve nâzır tekneleri olan guletlerde sık sık gördüğümüz keç armada, büyük direk pruva direği olduğu için ona “ana direk” denip, arkadaki ikinci direğe de “mizana direği” denir oldu. Üstüne üstüne ana direk teriminin bir başka anlamı daha var işleri karıştıran. Bir de öyle ayakta durmayan”, dal gibi pruvaya doğru sarkan bir direk var. Kısacası, direk adları hem öyle hem böyledir, yani biraz karışıktır; duruma göre anlamak gerekir. Bu garip direklere ileride ayrıca değineceğim.

 

Direğin senin benim gibi iki ayağı yok ki ayakta dursun (aslında bazılarının var ya şimdilik onları görmezden gelelim); oralarından buralarından halatlarla çektirip sabitlemek gerekir. Direkleri ayakta tutan bu halatlara, yönlerine göre ayrı adlar verilir. Kemere yönünde bordalara inen tel halatlara “çarmık” adını veririz; aslı “çarmıh”tır, ama bu söyleyiş Türkçeye ters düştüğünden "mık" deriz. Farsçanın çar-mıh (= dört çivi) sözcüğü, Hristiyanlık kültürüyle yoğrularak günümüz dilinde haç anlamına dönüşmüştür; İsa peygamberin çarmıha gerilmiş olduğunu biliriz örneğin. Denizcinin dilindeki çarmığa gelince, onun haçla ilgisi şurdan ki, ip cambazlarının panayırlarda diktikleri direklerin, yere çakılan dört kazığa bağlı tellerle desteklenmesine de çarmık deniyor. Etkilerini artırmak için çarmıkları enine dışa doğru açan çubuk olan gurcata, adını Venedikçe croseta (= haçın yatay kolu) teriminden almışız.

 

Günümüzde, direklerin düz ve düşey olmalarını sağlamak için, çarmıkların gerginliğini ayarlamakta kullandığımız döngerlere “liftin” adı verilir, bu terimin daha doğrusu “liftin uskuru”dur. İlk kez işitene çok garip gelen bu terim, İngilizce lifting screw (= kaldırma vidası) tabirinin olduğu gibi alınması, ama ses değişimine uğraması sonucu ortaya çıkmıştır. Geminin pervanesi yerine “uskur” diyenimiz de az değildir bu arada; o da pervanenin İngilizce adının screw (= vida) olmasından kaynaklanır.

 

Direkleri omurga (baş-kıç) yönünde destekleyen halatlara gelince. Bunlar için kullanılan “ıstralya” adı, yine Lido kanalından Adriyatik Denizi’ne açılmış olan bir addır: Venedikçe straglio (= ip) sözü. Istralyalara, yönlerine göre, çeşitli adlar veririz; “baş ıstralya”, “kıç ıstralya” gibi. Ama şüphesiz en ilginci, amatör denizci sınavlarına girenlerin ezberlediği bir ıstralyadır ki, “grandi direğinin cundasından mizana direğinin cundasına donatılan ıstralya” diye belletilir. Adı “karanfil”dir; günümüzün keç armalı guletlerinde görülür; yarış komitesi teknelerinde ise hakemler, çeşitli flamaları karanfillere donattıkları makaralara basarlar. O enfes kokulu (kokulusu pek kalmadı ya artık, neyse), pembe, kırmızı, fırfırlı çiçekle bir ilgisi yok; İtalyanca paranchino (= ufak palanga) sözcüğünün söylenişi biçim değiştire değiştire, çiçeğin adına da benzetilerek “karanfil” oluvermesinden. Palangayla ilgisi ise, eskiden kenevir halatlı ıstralyalarda, gerekli olan boyuna gerginliğin karanfillere donatılan palangalarla sağlandığından olsa gerek.

 

Istralyalarla çarmıkların arasında bir de bugün “ranır” denen bir devekuşu var: ne deve, ne kuş; yani ne çarmık ne de ıstralya. Direği ortalarından bir yerden kıç omuzluk bordalarına bağlar. Eski randa yelkenli teknelerde bumba kıçtan dışarı taşardı; bunları arada sırada hâlâ görürsünüz. Bu teknelere kıç ıstralya donatmak mümkün olmadığından, direği kıçtan desteklemek için ancak ranırlar kullanılırdı. Bu terim İngilizce running backstay (= pupa seyrinde kullanılan kıç ıstralya) deyiminden geliyor. Her şeyi kısaltmaya meraklı ya Amerikalılar, onu da runner (= koşucu) yapmışlar anlaşılan. Bu terimi hiç sevmem, hem tırmalayıcı bir tınısı olmasından, hem de ranırların her tiramolada bir sürü iş çıkardığından. Rahmetli Ahmet Muhittin Öney, On Dilde Yatçılık Terimleri Sözlüğü adlı sözlükte, “pupa çarmığı” terimini önermişti. Herhalde biraz daha anlaşılır bir terim.

 

Gelelim yelkenlerin alt yakasını kıça doğru açan çubuğa, yani bumbaya. “Bumba” terimi Felemenkçe boom (= ağaç) sözcüğünden kaynaklanıyor. Akdeniz’de Fransızca bôme aracılığıyla Portekizceye bome, İtalyancaya da boma olarak geçmiş. Ama nasıl olup da dilimizde önce “bombaya sonra da “bumbaya dönüşmüş, onu bilemiyorum. Yoksa bir bomba gibi gelip insanın beynini dağıttığından mı dersiniz?

 

Yelkenli bir tekneye ilk kez gelen birinin en şaştığı şeylerden biri ortalıkta gezinen halatların kalabalığı, sayılarının çokluğudur. “Selviçe” adını verdiğimiz bu hareketli donanımı genelde yelkenleri basmada ve denetlemede kullanırız. Venedikçe servizi (= hizmet, işletme) sözcüğünden gelen bu deyim, dilimize aynı anlamdaki Rumca serviçio (= servis takımı) sözcüğü aracılığıyla girmiştir. Selviçelerin hemen hemen hepsi halattan yapılır ki bunun sözcüğü de Rumca halodion (= ip) kelimesinden gelir. Gerçi “halat” aslında ip demektir ama, siz siz olun, sakın ola ki “halat”a “ip” demeyin; denizciliğin, yelkenciliğin raconundan değildir. Yalnızca yeni yetme denizciler “ip” der halata!

 

Kendilerinin kalabalığı kadar, selviçe türlerine verilen adlar da aramadığın kadar; her biri de bir başka diyardan gelme. Örneğin, en basit, ama basit olduğu kadar da yaygın olan “palanga” teriminin kökeni, önce Cenevizce paranco, sonra da İtalyanca palanco (= palanga). Palangaların da kabasorta, sübye gibi türleri var ama o ayrıntılara girecek olursam, bu yazıyı bitiremem; geçiniz!

 

Yelkenleri basmaya yarayan halata bazılarımız “mandar” der, bazılarımız “kandilisa”. “Mandar”, Grekçe kökenlidir: imantarion sözcüğü giderek Rumca mantari (= mandar) olup sonra da bizim dilimize yerleşmiştir. “Kandilisa” ise Latince candela (= mum) dan çıkarak Venedikçe candellizza (= babafingo sereninin palangası) deyiminden türemiştir. Mum ile ilgisi nedir onu bulamadım; bir feneri basmakta kullanılan selviçe olabilir. Artık pek serenli yelken kalmayıp da benzer bir işi yaptığı için o sözü “mandar” yerine de kullanıyoruz.

 

Onaltıncı yüzyıl şairlerimizden Agehî’yi her denizci bilmek zorundadır, bana göre; çünkü 1560 yılında kaleme aldığı “Kasîde-i Keştî” (gemici kasîdesi), edebiyatımızda denizci terimlerinin edebî bir bağlamda kullanıldığı ilk örnektir. Bu kasîde, o zaman yeni bir tür yaratmış, birçok diğer şair bu kasideden çıkarak çeşitli tahmîsler yazmışlardır. İşte şair Mehmed’in bir tahmîsinden sevdiğine âheden bir dize: “Kandiliçada nigûn ol, ya serende ber-dâr!” (Kandilisada başaşağı ol, ya serende asılı!)

 

Yelkenciliğe soyunan bir aceminin herhalde ilk tuttuğu selviçe, ilk öğrendiği terim herhalde “ıskota”dır. “Iskota” o kadar yaygın bir sözcük ki – İtalyanca scotta, Portekizce, İspanyolca ve Katalunca escota, Malta Arapçasında skotta, Fasta şkuta v.b. – kökenini belirlemek olanaksız gibi. Ancak Akdeniz’e İskandinavya’dan geldiği, Normanların güney İtalya ve Malta’yı istilâ etmeleri sırasında yerleştiği sanılıyor.

 

Selviçelerin arasında bugün yarışçı yelkencilerimizin bayıldığı, ama yine benim dilimi tırmalayan bir “hol” sözcüğü var ki öteyi beriyi çekiştiren selviçeler için kullanılıyor; “authol”, “davnhol”, “aphol” gibi. Bunlar İngilizce haul (= çekme, taşıma) sözcüğünün önüne, çekmenin yerine ve yönüne uygun bir edatın eklenmesiyle oluşmuştur. Yelkenlerin, özellikle de ana yelkenin alt yakasını germek için kullanılan selviçeye outhaul (= dışarı çekme) sözcüğünden “authol”, balon gönderinin askısına uphaul’dan (= yukarı çekme) “aphol”, alt baskısına ise downhaul’dan (= aşağı çekme) “davnhol” deniyor, örneğin. Dile batan bu terimler de zamanla dilimizde yer almış diğer kelimeler gibi biçim değiştirerek, benzer fakat yeni, anlaşılır ve daha güzel sözcüklere dönüşür umarım.

 

Bu “hol”lerden ilginç bir tanesi Amerika’dan gelip teşrif etmiştir bizi: “barbırhol”. Ön yelken ile ana yelken arasındaki açıklığın enini denetlemek üzere ön yelkenin ıskotasına donatılan bir selviçedir. Adı, bu selviçenin kullanımını yaygınlaştıran Kaliforniya’lı yelkenci Merritt ve Manning Barber kardeşlere izafeten konmuştur. Adını yine Amerika’dan ithal ettiğimiz bir başka selviçe ise yelkenlerin ön yakasını germek için kullandığımız “kaningım” gergisidir ki o da adını New York’lu yelkenci Briggs Cunningham’dan alır. Aynı zamanda keskin bir otomobil yarışçısı da olan Cunningham, 1958 yılında America kupasını kazanan Columbia yatının kaptanlığını yapmıştı.

 

Gelelim adının açıklanması biraz daha zor olan bir selviçeye: “kikır”; duydukça hep kıkır kıkır güleceğim tutar. Ana yelkenin dolması üzerine bumbanın yükselerek biçimini kaybetmesini engelleyen bu selviçenin İngilizce adı kicking strap (= tepme kolanı) tabirinin kısaltılmasıyla oluşmuş kicker sözcüğüdür. At koşumunda, atın kuyruk altından geçirilip atın çifte atmasına engel olan kuskun kayışının denizcilik diline uyarlanmasından kaynaklanıyor; bumbanın tepmesine engel olan palanga anlamında. Bu selviçe için “pupa palangası” terimi de kullanılıyor; pupa seyrinde bumbanın yükselmesini önleyen palanga anlamında. Biraz dolaylı bir adlandırma; her hâlükârda “kikır”dan bin kat daha güzel bir söz değil mi? Ama ne demek, pupayı çekiştiren bir palanga mı var ki?

 

Rüzgâr bastırdımı ya camadan selviçelerini doldurup, ya da camadan kalçetelerini bağlayarak yelkene camadan vurulur. Bu sözcüğün aslı Farsça câme-dân’dır (= elbise dolabı). Bulmaca çözmeye meraklı olanlar bilir; camadan, önü çapraz düğmeli, altın sırma işlemeli bir tür yelektir de aynı zamanda. O anlama nasıl gelmişse gelmiş! Bizim dememiz herhalde şöyle: camadan vurulunca yelken üst üste katlanır ya, kruvaze ceket gibi öyle üstüste katlanmasından olsa gerek. Camadan vurduğumuzda fazla uçuşmasın diye yelkeni bumbaya bağladığımız kalçetelerin adı da birçok denizci donanımı gibi İtalya taraflarından, garzetta (= köstek) sözcüğünden gelmişlerdir.

 

Ana yelken indirildiği zaman bumbanın düşmemesi için çoğumuz “balançina” denilen bir selviçeyi kullanılırız. Cenevizce balanza (= denge, terazi) sözcüğünden gelen balansinna (= küçük terazi) bumbanın ağırlığını dengeleyen donanım anlamındadır. Muhasebecilerin aktifle pasifi dengelediği bilanço da aynı kökenden gelir. Bazılarımız balançinaya “mantilya der ki o da Venedikçe mantiglia (= kaldıraç) sözcüğünden gelmedir; bumbayı kaldıran selviçe anlamındadır. Çağdaş yelkenlilerde, bu iş için artık bir selviçe yerine pupa palangasına bağlı yaylı/amortisörlü bir çubuk kullanılıyor. Yine de balançinadan vazgeçmemeli, başbelâsı ama gerekli bir selviçedir.

 

İşte, yat limanlarında, liman kıyılarında yanyana dizili direklerin, halatların arasında uçuşup duran bu her tür garip terim, Akdeniz’in, hattâ dünyanın çeşitli köşe bucağından gelmiş, teknelerin armasını olduğu kadar dilimizi de alay sancağı gibi donatmışlardır. Ama bakıp da gördünüz, ama görmediniz; duyup da işittiniz, ama işitmediniz; ama deyip de anladınız, ama anlamadınız; o sizin bileceğiniz iş.

 

  Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.