MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



YATAĞANLA BİR SEYİR


 

Halikarnas Balıkçısı

Yahya Kemâl, “Deniz Türküsü” başlıklı şiirini şu dizelerle bitiriyor:

 

Çıktığın yolda, bugün yelken açıp yapayalnız

Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar

İnsan âlemde hayal ettiği nisbette yaşar.

 

Gelin bugün biz de o nisbette yaşayalım; hayâl âlemine yelken açarak, Akdeniz’de ufak bir seyire çıkalım. Ama yapayalnız değil de, ruhu coşkuyla yanan, yaşamındaki fırtınalar kaleminde de esen birinin peşinde. Mavi gökleri süsleyen boz, turuncu, pembe, apak bulutların altında; tirşe yamalı lacivert suların üstünden sekerek. Ama şunu da bilelim ki, Halikarnas Balıkçısı ile hayâl âleminde seyre kalkışan kişi kendini güzellikler ve coşku dolu anlarla olduğu kadar, zaman zaman abartılı teşbihler ve çarpıcı imgelerle dolu anlatımlarla da karşılaşmaya hazırlamalıdır.

 

Aganta Burina Burinata

Tek tük de olsa, edebiyat dağarcığımızda insanın deniz tutkusuna değinen bazı romanlar vardır. Ama hiçbiri bu tutkuyu, hatta esareti, Balıkçı’nın Aganta, Burina, Burinata’sı (= ABB, Ankara: Bilgi, 1976) gibi içten ve derinden, yüreğinize kanat taktırarak anlatmaz. İşte, hayâl âlemindeki seyrimizin kapısından o romanın kahramanı Mahmut ile birlikte giriyoruz:

 

Bir gece Çiftlik koyunun ağaçları altında kıprıyan ay ışığı beneklerinin üzerinden geçtim ve gölgesiz bir ay ışığında karlar gibi apak ağaran geniş ve açık kumsala vardım. Koskocaman bir ay, apak bir ateş küresiymiş gibi önümde yanıyordu. Ufuktan ayak uçlarına kadar göz kamaştırıcı bir şiddetle denizin üzerinde parlıyordu. ... Denizin buğuları içinden birdenbire bir ışık uçurumu göründü. Bir kayık, dolu yelkenlerle bir kayık, önümden geçiyordu. Dalgalara binip inerken direğin uçları gökyüzünde bir eğmeç çiziyor, deniz de pruvasına apak gerdan veriyordu. ... Deniz, değil gönlümü ve yüreğimi, her parmağımın ucundan, saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu. Gönlüm yabancı yerlerde veya karanlıklarda uçmuş yorgun bir kuş gibi papafingoya kondu. Rüzgârın iplerdeki ıslığını duydum. ... Varımı yoğumu … bırakarak, bir daha geriye dönmemek üzere denize açıldım.

 

Eğer sizin de başınıza fırışka rüzgâr, kıçınıza tuzlu su vurduysa, mutlaka siz de açılın denize Mahmut ile beraber. Onun deniz tutkusunun öyküsünü okumadıysanız, gün geçirmeden en yakın kitapçıya gidip ABB’yı alın ve okumaya başlayın. Yok, okuduysanız eğer, olsun! Yine de raftan indirip yeniden okuyun ki yüreğinizin kanatları, hayâl aleminin sonsuz mavilerine doğru tekrar uçursun sizi. Kendini tuzlu suyun evlâdı sayan hiç kimse, ABB’yı okumadan, “deniz, mavilikler, deniz tutkusu” gibi lâflar etmemelidir. Yoksa ayıp olur!

 

Her neyse, hayâl edin ki, Balıkçı bizi davet etmiş; biz de davudî sesinden ürksek bile, hep beraber onun Yatağan adlı teknesine binmişiz. Ama bize anlatmaya başladıklarından sonra hiç ürkekliğimiz kalır mı ki?

 

Yatağan'ın Maketi

Artık dünyanın her günkü geçmişinden bıkmış, bezmiş, içten kopan bir çığlık fırlayışıyla öndeki açıklığa atılmıştık. Uzaklara yetmek, yetişmek, açık ufka, özgürlüğe doğru; özgürlüğün yaşadığı yerde yaşamak için gidiyorduk. … Gözlerimiz, ruhumuz uzaklıklarla doluyor, okyanusun derin ve sonsuz bakışı sevinçle taşıyor, dudaklarımızdan uçan türküler mavi gökte masmavi oluyor, sancak ve iskele omuzluklarından köpük serpintisi duman alevleri gibi harlayıp yükseliyor, her dalga, dalan pruvaya pırlantalar saçıyor, enginin kayığa çarpıp göklere savurduğu her dalgasından güneş bir gökkuşağı yaratıyor; bu ardı arkası kesilmeyen gelinkuşaklarından yapılmış zafer takları arasından kayık, uzanan bir türkü gibi geçiyor (ED = Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek, Ankara: Bilgi, 1972)

 

Üzerinde seyrettiğimiz su, Akdeniz! Öyle bir su ki, görmeyene koyu lacivertten mora kaçan rengini, üzerine rastgele serpiştirilmiş bozlu, yeşilli, aklı adaları, döne döne kıyılara işleyen tirşe, firûze büklerini sözle anlatmak olası değildir. Balıkçı’yla beraber bir Akdeniz adasına gidelim, bırakalım da o anlatsın cenneti:

 

Akdeniz’e ak derler. Fakat, ak idiyse, herhalde aklık, maviye sevgisinden, kendini mavinin içine atmış ve mavilerde şeker gibi eriyip mavi olmuştu. … Biz, bütün özleyişlerimizle adaya sokuluyorduk. Bu, bir ada değil, sanki gökten denize düşmüş bir cennet parçasıydı. Yaradılışın gönlü Ege ortasında sevgiyle, çiçekle ve türküyle çıldırmış, en vurdumduymaza bile ateşli bir atılış tadını tattıran bir sevinç parçası yaratmıştı. ... Deniz, gök gürültüsü ve ak köpük halinde kıyıya döşeniyordu. Hiç ses çıkarmadan, kalkına kalkına buraya yetişen soluğan, heyecandan dile geliyor, sesini salıveriyor ve gönlüne tercüman olan güçlü türküsünü, bağrını parçalayarak yükseltiyordu (ED)

 

Vardığımız o ada değilse başka bir adadır, o bük değilse başka bir büktür; ama hepsi aynı hayâl âleminin kıyılarıdır, deniz hep aynı ak köpük halinde kıyılarına döşenir. Bir koya, bir bucağa demirleriz. Derken ringa balıkları gelir, doluşurlar hayâl âlemimize:

 

Eni boyu on beş yirmi metre olan bir ada yavrusunun yanına gidip demirledim. … Gökte kalabalık yıldızlar öylesine kıpraşıyorlardı ki, sanki kıprayış kırpıntıları ışık konfetileri halinde harıl harıl üzerime yağıyordu. Nur içindeydim. … Ne var ki, deniz bir parıltı deryası kesilerek gökteki yıldız enginini solda sıfır bıraktı. … Demirlemiş olduğum adacığın suları kuvvetli bir akıntıyla anaforlanıyor, köpürüp burgaçlanmıyordu. Pek hızlı bir kaynama, bir yakamozlanmaydı bu. Kayık bir donanma şenliği üzerinde yüzüyordu. Altında sanki fişekler patlıyor ve dört bucağa renkler saçıyor, çarkıfelekler renk renk dönüyor, sular sanki dansediyordu. Yatağan’ın bordalarında dalgacıklar hızla parmak çatlatırcasına takırdıyordu. Aradan çok geçmeden takırtıları bir fısıltı yendi, kat kat köpükler sönüyormuş gibiydi. Ondan sonra iç çekmeler ve habbelerin patlamasını andıran patırtılar duyuldu (Mavi Sürgün, Ankara: Bilgi, 1961).

 

Haydi düş dolu, coşku dolu anları bir tarafa bırakalım; en basit konuları anlatmak üzere öğretmenlik ederken bile, Balıkçı, kendini abartılı teşbihlere başvurmaktan alamaz. Şöyle bir yakamoza, hayâl aleminden başka bir yerde rastlamamız mümkün müdür?

 

Akdeniz, kimi gece plankton denilen mikroskopik yaratıkların suda yüzerek sevişip çoğalmasıyla öylesine uyanıp aydınlanır ki suyunun her damlası, zindan karanlığında, bir elektirik ışığı damlacığı kesilir. Zaten, her ana rahminde küçücük yumurta, canlı bir yavru olma işine girişmesiyle, birden düğmesine basılan bir ampul gibi, bir ışık taneciği olarak parlar. Sessizlikte kulağın ansızın çınlamaya koyulması gibi. … Aşkla çakan küçücük yaratıklardan dolayı, karanlıkta Akdeniz, boylu boyunca ışıklı bir can engini, yüzlerce kulaç derinliğince de bir can uçurumu olur. Yaşamın ışıklar içinde titreşimidir, hayatın ağaran şafağıdır bu. Akdeniz’de enginin ışığı göklere vurur da sanki ‘Gece’, uykusunda uyurken, hayatın düşünü nur içinde görür ve hayatı sayıklar. İşte bunun içindir ki Akdeniz, ‘Akdeniz’ (Bahr-ı Sefîd) adını alır (Hey Koca Yurt, Ankara: Bilgi, 1972).

 

Balıkçı’nın peşinden hayâl âleminde seyre çıkan hep “dudaklarından uçup masmaviliklerde kaybolan türküler” söylemez, hep “hayatın düşünü nur içinde” görmez; Akdeniz’in vahşi, ama aynı zamanda şairâne olabilen bir yüzüyle de tanışır:

 

Akdeniz’in en ulu fırtınası ve en zarplı rüzgârının adı Provezza’dır. Denizdeki yelkenlilerin ve içlerindeki denizcilerin canları bu fırtınalar imparatorunun elindedir. … Provezza en büyük kasırgasında bile salt şairdir. Biz baldırı çıplak denizciler, kral ve kraliçelerin saraylarını, taçlarını, tahtlarını, mücevherlerini seyredemeyiz. Ama, o akşam, Provezza batı göğünün turuncu kapılarını, inen güneşe pek geniş açtı. Binlerce yıllar kadar heybetli bulutlarla uzak renk parçaları, birbirleriyle sarmaşdolaş kuzeye doğru, ağır ağır yürüyorlardı. O an bütün yaratılışta bir duraklama vardı. Ne bileyim, yaratılış düşünceye varmıştı sanki... (ABB).

 

Ama o imparator, şair olduğu kadar vahşi bir hükümdardır da. Birdenbire ortaya çıkıp karşısındaki baldırı çıplak denizcilerin üstüne saldırıverir:

 

Gençlik Denizlerinde

Denizde ‘çıt’ yoktu. Sanki, ölen bir dünya, kızgın buğulardan ibaret bir mezara yatırılmıştı. Gök gürültüsünün koca sesi uzaktan uzağa, homurdana homurdana, mesafeleri arıyordu! Denizin yüzü, kabarıp inen kızgın bir kurşun levhaydı. … Günün batışında, ebedî bir gidiş hali vardı. Dünya zindan oldu. Birdenbire, geminin yanıbaşlarından uzun uzun çığlıklar geçti. Sanki, korkunç bir faciâyı görerek saçları diken diken olmuş, gözleri yuvalarından uğramış cinler gibi haykırışarak kaçıyorlardı. … Gök, şimşeklerle paramparça oluyordu. Uzaklarda öten milyarlarca trampet ve çalınan milyarlarca tambur, koca Ege’nin en korkunç kasırgası—her dik şeyi yamyassı yatıran—Provezza fırtınasının gelmekte olduğunu ilân ediyordu. O işte, fırtınaların imparatoruydu! (Gençlik Denizlerinde, İstanbul: Hürriyet, 1973)

 

Balıkçı’nın rüzgârları, fırtınaları aklımızı başımızdan, duygularımızı yüreğimizden alıp götürüyor, “hür maviliğin bittiği son hadde kadar” sürüklüyor. Ama artık geri dönüp ayağımızı yere basma zamanı geldi. Yine de Balıkçı ile beraber dönelim şu dünyamızın gerçeklerine. Başımızı, karnımızı, her tarafımızı sürekli ağrıtan şu patenta saçmalığı yok mu? Bir zamanlar Balıkçı’nın da başını ağrıtmış olmalı ki 1969’da şöyle yazmış:

 

Ateşoğlu … karaya varınca kağıtlarla, kaptan olarak önce yalnız kendi çıkacaktı. Karantina memuru kağıtlara bakıp, denizcilerde veba ya da kolera olmadığına aklı resmen yetinceye dek, kayıktan kimse çıkamazdı. Çünkü çıkarlarsa, Allah sakınsın, hastalık yayarlardı. Ama kentin yanıbaşındaki köy ya da başka kentlerden, karadan hergün gelen oluyormuş, o başkaydı! Hastalık dediğin, karadan değil, hep denizden seyahat ederdi. Neyse, Gilindire'deki muhafız memuru iyi bir adamdı, hiç zorluk çıkarmadı. Tayfalar, ona kumanyalarından hediyeler verdiler (Deniz Gurbetçileri, Ankara: Bilgi, 1969).

 

Hayâl âleminde de gerçekte de, az gittik uz gittik, bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu bile gitmemişiz! Değil mi?

 

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.