MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



GÖKOVA'NIN MECNUNU


Sadun Boro ve Kısmet

 

Yanlış hatırlamıyorsam 1997 yılının Temmuz ayı, çocuklarla beraber yaz regatası için Foça’dayız. Bir yarışın arkasından tekneyi neta ettik, Büyükdeniz rıhtımına çıktık. Derken karşıdan, kendi halinde, beyaz saçlı, top sakallı biri göründü. Televizyon sunucusu ya da pop şarkıcısı olsa, göbeğini kızartmak için kıyılara gelip de akşamüstü piyasasına çıkmış yazlıkçıların hepsi onu tanır, birbirine gösterir, laf atmaya, elini sıkmaya çalışırdı. Ama kimse bu büyük adamın orada varlığının farkında bile değildi. “Bakın” dedim çocuklara “kimse farkında değil, ama Türkiye’de bu adamı tanımamış, tanımamışsa işitmemiş, işitmemişse yazdıklarını okumamış denizci yoktur” dedim. “Denizle ilgili girmediği macera, dolaşmadığı deniz, yazmadığı yazı yoktur. İyi bakın, onu görmemiş olarak kalmayın hayatta”.

 

Gerçekten de hiç kimse denizi, denizciliğin her konusunu, denizcilerin her sorununu Sadun Boro kadar yazmamıştır. Yelken seyrini öğretir, gece seyrini öğretir. Haritayı anlatır, pusulayı anlatır, nasıl bir tekne almanız gerektiğini anlatır. Pupada ikiz yelken basmayı öğretir, fırtınada camadan basmayı öğretir. Öğretir de öğretir. Tekne inşa edenleri yazar; hükümetlerin, idarelerin neden yanlış yaptığını yazar, VHF harcınının neden yanlış olduğunu, Fenerbahçe/Kalamış marinasının neden kötü tasarlanmış olduğunu yazar. Denizciliğin her sorununu tartışır, çalışır, didişir, yazar da yazar. Fırsat buldukça yazdıklarını yeniden okur, dediklerinden her seferinde de yeni tatlar, yeni hazlar alırım. Bu kez de yeniden bu yazı için okudum, “denizi, insanla denizin ilişkisini nasıl anlatmış” diye.

 

Pupa Yelken

Denize gönlünü kaptırmış herkesin kendine sorduğu temel bir soru vardır. Sadun Boro, o soruyu şöyle dile getirmiş: “Çok defalar kendi kendime sormuş, düşünmüşümdür. Neden ben de herkes gibi karada yaşayacağıma denize kaçmış, onun meşakkatli ama o nisbette de çekici cazibesine kendimi kaptırmışım?” (PY = Pupa Yelken: Kısmet’in Dünya Seyahati, İstanbul: 1968?). Aynı kitabında bu soruya verdiği çeşitli yanıtlardan biri şöyle:

 

Neden sen de herkes gibi karada, sıcak evinde rahat rahat oturmazsın? Ama biliyorum ki, aradığım hayat budur ve onsuz yapamam. Cemiyetin iğrenç ihtirasları yerine, bazen bir ejderha gibi kudurmuş, bazen bir nişanlı kız kadar uysal denizle, tabiatla mücadele. Bu mücadeleyi başarınca insanın duyduğu haz, cemiyetin hangi parası, pulu, mevkii, şöhreti ile mukayese edilebilir.

 

Yine başka bir yerde şöyle diyor:

 

Bu herdem taze sevgili, bugün Kısmet’i bağrına basmış, onun iki garip yolcusuna hayatlarının en güzel günlerini yaşatıyor. Unutulur mu o her türlü cemiyet işkencelerinden uzak, âsude günler. Ne gravat, ne ceket, ne ayağında pabuç, ne traş olma derdi. Gene işe gelmedin diye, suratını asan müdür yok. Ne yetişecek sıkıntılı bir randevu, ne dört duvar arasında çalışma! Hey Allahım ne güzel günlerdir o, yalnız senin varlığın ve yarattığın tabiatla başbaşa geçen anlar (PY).

 

Birçok denizci, birçok yazar için olduğu gibi Sadun Boro için de sevgili, denizin bir mecazıdır. İnsanın vurulup ta kurtulamadığı, güzel, fettan, hoppa, ama kıskanç ve dediği dedik bir sevgili!

 

Deniz, kıskanç, ama fedakâr bir yâra benzer. Ona özen, hürmet, gereken saygıyı gösterdiğin müddetçe, sana herşeyini verir. Ama en ufak ihmalini, hürmette kusurunu yakaladı mı, herşeyini de elinden almakta tereddüt etmez. … Deniz, palavraya kabayiğitliğe, hele cahilliğin verdiği cesarete hiç gelmez. Hepimiz yapmışızdır. İlk başlangıç yıllarında, çıkılmayacak, fırtınalı havalarda yelken basmış, her seferinde de denizin şamarını yemişizdir (YD = Yelken Dünyası, 34).

 

Aşık olduğu sevgili, bazen bir ejderha gibi kudurmuş, karşısındakini endişeden tirtir titreten bir sevgili olmuştur:

 

Gece, hava karayelden bir bora ile patladı. Kuvvetlendikçe batı-lodosa drise edip, devamlı 8, çoğu zaman 9 kuvvetinde esmeye başladı. Dalgalar birden büyüdü. Etraf bembeyaz köpük içinde. ... Güvertede çatlayan her dalga, içerde top atılmış gibi gürlüyor, zavallı tekne bu yükün altında, sıtma nöbetine tutulmuş hasta gibi tirtir titriyor. … Uyumak mümkün mü? Her türlü kötü ihtimal, insanın aklını bir kurt gibi kemiriyor. Dışarda kudurmuş vahşi denizle aramızı, 33 mm’lik bir kaplama tahtası ayırıyor. …Bu öyle bir imtihan ki, ya sınıfı geçersin ya kalırsın. Kaldın mı da, tatlı canınla ceremesini çekersin. … Daima terazinin iki kefesinde, ‘selâmet’ ve ‘felâket’ aynı ağırlıktadır. Allahın koruyucu ellerinin gölgesi, bir an ‘selâmet’ kefesi üzerinden çekilse, bu tatlı hayat da o anda son bulur (PY)

 

Sevgilisi bazen de bir nişanlı kız kadar uysaldır.

 

Ticaret rüzgârları sahasına girdik. Artık keyfimize pâyân yok. Tepemizde masmavi bir gök. Hallaç yayından çıkmış gibi topak topak bulutlar, randevusuna koşan genç aşıklar misâli, yorulmadan batıya uçuşuyor. Soluk almadan esen kıvırcık rüzgâr ile şişmiş ikiz yelkenlerimiz, bir çift Arap atı gibi tekneyi sürüyor. Dümencimiz Neptün’ün görünmez elleri, yekeyi ağır ağır bir sağa, bir sola çekerken, Kısmet, ağzında bir kemik, tazı gibi menzil-i maksuduna koşmakta. O böyle giderken, bodoslama önünde biriken beyaz köpükler dile gelir, torununu dizine oturtup, gençlik maceralarını anlatan ak sakallı ihtiyarlar gibi, eski günleri yâdederler (PY).

 

Deniz sonsuz sabır, sonsuz hoşgörü, sonsuz öngörü ve önlem gerektiren bir sevgilidir. Bir başka eserinde, yazarımız onu mavi yolculara biraz didaktik, ama aynı derecede esprili bir dille anlatıyor. Öğüdü:

 

Denizin cilvelerini hoş karşılamasını öğrenmek. İtinayla dizilmiş sofralar bir anda altüst olur, çatal bıçak, tabak bardak, oynar, zıplar, masadan kayıp yere düşer, dahası denize savrulur. Kimi zaman yemek yapmak zorlaşır, imkânsızlaşır, adamakıllı hazırlığınız olsa da yalap şalap birşeyler kotarıp ortaya çıkarmak zorunda kalırsınız. Kimi zaman da ne emeklerle yaptığınız yemekler alıp başını gider. Hatta midede bile kalmayabilir. Öyle ya, deniz bu, sağı solu belli olmaz ki! Tekne batıp çıktıkça, içindekileri bir o yana bir bu yana attıkça, yolcuların yüzleri de çıktıkları yolculuğun rengini andırır bir hale girer. Ama rüzgârın etkilerine aldırmayıp güverteye çıkan yolcu, doğayla iç içe olmanın insana verdiği o garip duyguyu tadar. Hele vakit geceyse, büsbütün esrara bürünmüş yıldızların altında geminin sallanması hoş bile gelebilir. Bir yıldızlara doğru, bir gerisin geri dünyaya! Gündelik hayatınızdan uzaklaşmak istemiyor muydunuz? (MaviTurkuaz: Ege’den Akdeniz’e Kıyıların Efsanesi. Şadan Gökovalı ve Gökçen Adar ile birlikte. İstanbul: Türk Ekonomi Bankası, 2000).

 

Sadun Boro dünyanın birçok denizini gezmiştir ama onun gerçek sevgilisi, hayat boyunca bağlanacağı sevgili bir tanedir.

 

Alacakaranlık basmadan gurubun sarı renkleri, koyun sakin suları üzerinde oynaşırken, karşı tepe üstünden yusyuvarlak mehtap, duvaklı bir gelin gibi, hafif tüllere bürünmüş mahcup, yavaş yavaş yükselmeye başlar. Sonra karanlık çöker, gerdek zamanı gelir. O da duvağını kaldırır, tüllerini atar. ... Tüm şehveti ile çırılçıplak, ayna gibi suda kendi güzelliğini seyre dalar... Artık tepelerin karanlık gölgeleri koyun sakin suyuna yatmıştır. Bu karartının içinde, ay ışığının daha suya ilk yansıdığı yerde, su perisi Nereidler, kara uzun saçları bellerine düşmüş, el ele dans ederler. Koyun dışına vuran dalgacıkların şıpırtısı, uzaktan uzağa onların şarkısı gibi gelir. ... Eski denizciler derler ki, işte bu uzun saçlı balık kuyruklu ‘peri kızı’, göründüğü denizciyi kendine aşık eder, sonra bir gün, bir fırtına çıkar, onu kolları arasına alıp, karanlık, sonsuz suların derinliklerine çeker götürürmüş (VD = Vira Demir: Çanakkale’den Antalya’ya Denizciler İçin Rehber. İstanbul: Türk Ekonomi Bankası, 2002).

 

İşte bu peri kızına yazarımız da aşık olmuştur. Ama onun kolları arasında, karanlık, sonsuz suların derinliğini değil de, beraber mavi yeşil bir dünya cenneti bulmuşlardır; o bir koyda demirli, sevgilisi de o koyun ağzında bir kayanın üstünde. Hiçbir denize de değişmezler bu cenneti:

 

Eveet efendim, hoş geldiniz Gökova denen cennete! ... Meltem yelkenlerinizi doldurmuş, yatınız bordası üzerine yaslanmış, bodoslamasının önünde köpükten posbıyığı, pür neşe lâcivert sularda koşarken siz de artık, mavi-yeşil cennete adımınızı atmış oldunuz!... Burada deniz ve kara iki aşık gibi öylesine hasretle birbirine sarmaş dolaş olmuştur ki, herbiri bir değerinden daha güzel, sayıları belirsiz koylar, el ele uzanır gider. Mavinin en güzeli, bu kıyıları okşayan sularda, yeşilin en canlısı bu koyları kucaklayan çam ve günlük ormanlarında sergilenir (VD).

 

Sadun Boro, anlata anlata bitiremez Gökova’nın güzelliklerini, onun büyük harflerle yazdığı DOĞA’sını.

 

Sonbaharın ayrı bir güzelliği vardır Gökova’da. Eylül, Ekim aylarında, yazın bunaltıcı sıcakları yerini ılık bir havaya bırakır. Gelen giden azalır, etraf sakinleşir. Pirenler, mersinler açar, nergisler, siklamenler, yabani orkideler, rengârenk olur. İlk yağmurdan sonra, çam ve sıla kokusuna, toprak da karışır. ... Hele Kasım ayında, ağaçlar yazlıklarını çıkartıp kış kıyafetine bürünürken sergiledikleri o renk cümbüşü, ancak DOĞA’nın boya paletinde teşhir olabilir. Günlüklerin yaprakları ayrı, onları saran sarmaşıklarınki kadar apayrı renk ve tonlarda önce sararır, sonra tütün rengi olur, kızarır düşer. Kuru dere yatağını halı gibi örter... O günlerde günlük ağaçlarının sık olduğu Malderesi’nde yürürken, insan, DOĞA’nın bu denli zenginliği içinde ayrı bir dünyada yaşadığını hisseder (VD).

 

Bütün bu güzelliklerle beraber, aynı zamanda da bilir ki, Gökova da bir Türkiye kıyısı olma kaderinden kurtaramıyacaktır kendini. Nerdeyse yirmi yıl önce şöyle yazar:

 

Gelin, her fırsatta gelin ki, şu eşsiz cennetin nimetlerinden siz de nasibinizi alasınız! Hem de geç kalmadan gelin. Buraları da bir gün, kıymetini bilmeyenlerin elinde, Marmara sahilleri gibi, beton yığınına dönüşmeden, pırıl pırıl suları pislenmeden, yemyeşil ormanları yanıp kül olmadan gelin! (YD 20).

 

Daha balık çiftliklerinin her koyu berbat etmediği, dev santralların kıyılara dikilmediği o yıllarda, “bir koya gelip demir atıyorsunuz. Gördüğünüz manzara, doğanın zenginliği karşısında, gözlerinize inanamıyor, büyülenmiş, âdeta ayrı bir dünyaya, cennete eriştiğinizi sanıyorsunuz. Sonra bu koyun mavi, berrak sularında yüzüyor, çıkıp kıyılarında geziyorsunuz”. Ama o zaman bile şöyle devam ediyor:

 

İşte o zaman, gördükleriniz karşısında, bir şamar yeniş gibi, bir rüya aleminden silkinip uyanıyorsunuz. Gerek bu berrak, pırıl pırıl suyun içi, gerekse kıyılar, kumsal, ağaçların altı, sanki beynelmilel bir süpermarketin çöplüğü. Her milletten, her cins yiyeceğin, içeceğin boş kutuları, şişelerinden tutun da, kullanılmış rengârenk tuvalet kağıdına kadar, her tür pislikle dolu. İşte o zaman, içinde birazcık doğa sevgisini taşıyan bir insan, insanlığından da, milliyetinden de, dininden de utanıyor, kahroluyor, isyan ediyor, yapanlara lânet okuyor. ... Denizi ile, ormanı ile, havası, suyu, kuşu, balığı ile, her şeyini bize veren bu cömert doğaya, nankör, bencil insan (!) oğlu bunu mu lâyık görüyor. Bize bağrını açan bu cennetin koylarını kaygısızca kirletir, pisletirken, hiç mi vicdanında bir tel kıpırdamıyor. Kedi bile pisliğini örter (YD 32).

 

Bu satırları yazdığı dönemden beri ne oldu? Her koy daha çok kirlendi, her güzel kıyı parçası daha betonlaştı. O zamanlar yazdığını herhalde bugün de tekrar aynı biçimde, aynı ağlamaklı biçimde dile getirecektir Sadun Boro:

 

Zannetmiyorum, yeryüzünde Tanrı’nın bahşettiği en güzel sahillerini ve de doğayı bizim gibi, böyle kaygısızca, sorumsuzca tahrip edebilen bir toplum daha olsun. ... Yazık, çok yazık, bu cennet memlekete!

 

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.