MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



KULAKTAKİ HANIMİĞNESİ


 

Geçenlerde arkadaşlarla beraber deniz kıyısında bir çay bahçesine oturduk, birşeyler içip yârenlik edelim dedik. Havadan sudan söz ederken, gözüm karşı kıyıya takıldı. Rıhtıma bağlı birkaç gemiyi göstererek “şunlara bakın, koca rıhtımda yer yokmuş gibi dana yatmışlar!” dedim. Sanki gâvurca bir lâf etmişim gibi suratıma bakıp “ne diyorsun yahu?” diye sordular. Biraz şaşırmadım desem yalan olur, çünkü bana çok bâriz gelse bile ne demek istediğimi açıklamak zorunda kaldım. “Dana yatmak”ın bir denizci deyimi olduğunu, birkaç geminin birbiri üzerine borda bordaya rıhtıma bağlanması demek olduğunu anlattım.

 

Deyimler, sözcüklerin günlük kullanımdakinden farklı anlamlarla bir araya getirilmesiyle oluşur. Bir dilin en ilginç öğelerindendir. Hem dili zenginleştirirler, hem o dili konuşanların yaratıcılığını ortaya koyarlar hem de kültürel dokunun bağlarını kuvvetlendirip devamını sağlarlar. Mesleklere özgü terimlerden ya da dar kapsamlı toplulukların argosundan farklı olarak, gündelik dili konuşan hemen herkes kullanır deyimleri. Örneğin, Türkçe bilen herkes “nerdesin be kız, gözlerim yollarda kaldı” lâfını edenin gözlerinin yolun ortasına düşüp de orada kaldığını sanmaz, ne kastedildiğini gayet iyi bilir. Ama arkadaşlarım hem “dana”nın hem de “yatmak”ın ne demek olduğunu bildikleri halde benim ne demek istediğimi anlamadılar. Oysa “dana yatmak” ne bir terim ne de argo, fakat o aralarda gezinen bir dil öğesi. Denizcilerin kullandığı deyimlerin çoğu böyle. Birçoğu zaten çoktan denizcilik terimi haline gelmiştir: koçboynuzu, kurtağzı, ayıbacağı, tersmaymun gibi. Bu biçimde oluşmuş terimler genelde bileşik olarak yazılırlar. Deyimlerde ise sözcükler birbirlerinden ayrıdır; günlük sözcükler olabildiği kadar bazıları da denizcilik terimi olabilir. “Dana yatmak”taki “dana” gibi.

 

Madem ki “yatmak”tan başladık, oradan yol alalım. Seyretmeden durmak, uygun rüzgârı ve denizi beklemek anlamındaki bu deyim denizcilik Türkçesinin çok eski sözcüklerinden biri. Örneğin, Pirî Reis, 1521 tarihli Kitab-ı Bahriye adlı portolon metninde Güllük Körfezi’nin güney kıyılarından söz edereken “Mezkûr körfez içinde, ya’ni gün batısı tarafında Balamut bükü (bugünkü Türkbükü) dirler bir bucak var. Ol bucakta yatılur. ... Ol bucaktan çıkub gün batısına dolaşurken Bağlıca (bugünkü Hebil koyu) dirler bir dere kıranı var. Gemi yatacak yer değildür, açuk yirdür.” diyor. Bugün Kâtip Çelebi olarak bildiğimiz Hacı Halife ise 1656 tarihli Tuhfetü’l-kibar Fî Esfari’l-bihar adlı eserinde Hanya kalesinin alınmasından sonra “Hanya kalesi önünde kadırgalar âsûde (rahat, gailesiz) yatar ve burtunlar Todori’de yatarken” kâfirlerin donanmasının verdiği baskından söz ediyor.

 

“Yatak“larda (= barınaklarda) sorunsuz, âsûde yatılır ama açık denizde ne olacak? Orada bile, gemi “kalın deniz”de (= etkili, kaba dalgalı deniz) “deniz yemek” (= denizlerin gemiye çullanması) durumunda kaldığı zor zamanlarda dahi yatılır. “Faça edip yatmak” fırtınada yelkenlerin bazılarını ters kullanıp fırtınayı atlatmanın bir yoludur. Bu durumda gemi “denizleri yiyemez” (= ilerleyemez) ama “açıkta eğlenir”, diğer bir deyişle, fazla hırpalanmadan fırtınayı atlatmaya çalışır. Buna “orsa alabanda eğlendirmek” de denir.

 

Denizcinin arzusu tabii ki yatmak değildir, “havasını bulup” (= izlenecek rotaya uygun rüzgârı bulup) teknesine “yol vermek” (= ilerlemek) ister. Teknesinin “bıyık atarak” yani başı suları yara yara, ak köpükleri iki yana fışkırtarak ilerlediği zaman duyduğu hazzı anlatmak kolay değildir. Bugün birçokları kullanmıyor olsa bile, doğa denizciye muhteşem bir armağan vermiş, rüzgârı hediye etmiştir. Ama, rüzgâr ancak ondan yararlanmayı becerenlere, bir o kadar da ona hürmet gösterenlere güler. Rüzgârı “yakada tutarak” (= olabildiğine orsaya girerek) ilerleyen bir dümencinin yelkenleri iyi ayarlanmışsa teknesi de “dümene iyi bakar” (= dümen hareketlerine kolay tepki verir). Biraz “kafa açacak” (= bocalayacak) olursa bayılıp “rüzgâra kaçar” (= orsalar), fazla kaçarsa doğrulur, havayı boşaltıp kafasını açar.

 

Kara adamı için “hava” demek sıcak/soğuk ya da yağmur demektir; “kalın bir şey giysem mi, şemsiye alsam mı” sorunudur. Oysa denizci için hava, öncelikle rüzgârdır. Onun da binbir türlüsü vardır. “Eyyam hava” denize açılmaya elverişli, hafif esen havadır. Bazen “kolay gelir” yani gidilen yola uygun, kıç omuzluktan eser; rüzgâr “seren altından alınır”. Ama her güzel şey gibi kolay hava da devam etmez. Ya birden bire nereden ve nasıl geldiği belli olmayan biçimde şiddetle eser, yani “kaçık yapar”, ya da “üstüne koyar” yani hızını artırır fırtınaya dönüşüp kalın deniz kaldırır. Yer yer dar boğazlarda veya dağ yamaçlarından aşağı “döker”, hızla iner. İşte, su gibi döküldüğü içindir ki rüzgârın üstü (= geldiği yön) ve altı (= gittiği yön) vardır. Canı sıkılır ise “mayna eder” (= indirir) hafifleyip “kalır” (= esmesi durur), ona güvenen herkesi de düş kırıklığına uğratır. Ondan dolayı mıdır nedir, kalan hava için “hava yandı” deriz. Hele hele, yarışma heyecanıyla start hattına gelip de, havanın yandığını görüp rüzgârın “oturmasını” (= belirgin hız ve yön kazanmasını) beklerken, yarışçılar da yanıp durur.

 

Denizde “oturan” tabii yalnızca hava değil. Bazen de balık “çöküp oturur”, yani “yatak yapar” (= gezici balıklar bir bölgeye yerleşmesi) uzun zaman orada kalır. Rahmetli okuldaşım Ali Pasiner İki Boğazın Suları adlı kitabında bu yatak yerlerinden birini şöyle anlatıyor: “Çengelköy koyu, Boğaz’da lüferin yatak yaptığı önemli koylardan biridir. ... Akşam ezanıyla lükslerin teker teker yanması, sandallardaki aşina sîmâlar, lâf atmalar, takılmalar derken birden balığın tav yapması, yıldırım hızıyla kullanılan oltalar, balığını küpeşteye vurdurup veya zoka kestirip kaçıranların ahları, vahları arasında av devam eder. Kâh durur, kâh tekrar başlar”.

 

Havanın oturması iyidir de, teknenin oturması, yani bir sığlığa, daha kötüsü bir kayaya takılıp ilerleyememesi denizde karşılaşılabilecek en ürkütücü olaylarından biridir. Kâtip Çelebi, Çağalaoğlu Mahmut Paşa’nın 1616’daki Karadeniz seferini anlatırken şöyle diyor: “Varna semtinde ... altı parça gemi sığda oturdu, kurtarmanın yolu olmadı. ... Kıssadan hisse budur kim, kadırga, varmak şüpheli olan yere uğramaya, hele savaş yerinde korkuludur”. Bizim kıyılarımızda pek olmaz ama gelgitin fazla olduğu yerlerde bazen gemi suların çekilmesiyle sığlığa oturup hareketsiz kalır, buna “kuruda kalmak” denir. Kuruda kalmak o kadar da korkunç bir olay değildir, çünkü birkaç saat sonra, suların tekrar gelmesiyle gemi kurudan kurtulur. Hatta o arada geminin karinasının bakımı da yapılır. Yol altındaki bir geminin bir sığlığa ya da kayalığa “bindirmesi“, yani “baştan bulması” daha kötüdür. En kötüsü, tabii, “dokuz oturak oturmak”tır, yani sığlığa kızağa çekilmişçesine boydan boya oturmak. Savaş gemilerinin kürekle yürütüldüğü dönemlerde bu gemilere “çektiri”, kürek çekenlerin oturdukları tahtalara ise “oturak” denirdi; aynı terimi bugün de filikalar ya da sandallar için kullanıyoruz. Çektirilerin büyüklükleri oturak sayısıyla belirlenirdi, böylece “oturak” aynı zamanda çektiriye ilişkin bir uzunluk ölçüsü idi. Kâtip Çelebi çektirileri şöyle anlatıyor: “İlkin Çekdirir Çeşitleri: Oturak sayısı bakımından birbirinden ayrılır ve adlandırılır. On oturakdan on yedinciye varınca firkate, her küreği ikişer üçer adam çeker. On sekiz on dokuz oturağa pergende derler. On dokuzdan yirmi dörde varınca kalitedir. Yirmi beş oturaklı ise kadırga derler. Her küreğini dörder adam çeker. Yirmi altı oturakdan otuz altı oturağa varınca baştarda derler, karpuz kıçlı olur. Her küreğini beşer altışar yedişer adam çeker”. “Dokuz oturak oturmak” deyimi ise herhalde bu dönemlerden kalma, baştan dokuzuncu oturağa kadar oturmak, yani fena halde oturmak anlamına bir deyim.

 

Hanımiğnesi

Teknelerin kürekle yürütüldüğü dönemlerde, bir yanda çektiriler gibi savaş gemileri varsa öte yanda da Boğaziçi’nin çeşitli kayıkları dolanırdı. İki, üç çifte kürekli “adayavrusu” gibi balıkçı tekneleri, yolcu taşıyan pazar kayıkları ve “İnebolu kütüğü” gibi kereste taşıyan kayıklar vardı. Ama bunların aralarında bir tane kayık vardı ki narinliğiyle ve zerafetiyle 19. yüzyıl İstanbulunun bir maddî kültür şahikasıdır. “Hanımiğnesi” adı verilen bu üç çifte kürekli kayık o dönemlerde İstanbul’da yaşamış olan ve hayatın çeşitli yönlerini resmeden İtalyan ressam Giovanni Jean Brindesi’nin fırçasına konu olmuş ve Souvenirs de Constantinople adlı kitabında yayımlanmıştı.

 

Bodrum’da yat bakımı hizmeti veren YachtWorks firmasının sahiplerinin yeniden bir hanımiğnesi inşa etme projesi, kültür hazinemizin korunması açısından, doğrusu çok takdir edilecek bir girişimdir. Bu nadide kayığı tanıtan bir maketin de fotoğraflarını içeren internet sayfasını incelemenizi özellikle öneririm (Hanım İğnesi).

 

Hanımiğnesi narin, dar ve hafif bir kayık olduğu için herhalde pek de dengeli bir tekne değildir. Bu gibi tekneler için “kıçının üstünde durmaz” (= çok sallanan) denir. Teknelerin su üzerinde nasıl durduklarına ve hareket ettiklerine dair çeşitli deyimler arasında “burun üzerine düşmek” (= baş tarafın suya fazla batması), “başı kıçı düşmek” (= boyuna kamburlaşmak), “baş kıç vurmak” (= dalgalara girip çıkarken boyuna sallanmak, yunuslamak) gibi deyimler vardır.

 

Teknelerden, gemilerden söz ederken, onların mürettebatından söz etmeden olmaz, tabii. Savaş gemilerinde savaşçı olmayıp da diğer işlere görevli emireri, kumanyacı, aşçı, terzi ve benzeri erlere “perakende”, bunların bölüğünü de “perakende bölüğü” denirdi. “Perakende” sözcüğünü bugün alışveriş için kullanıyoruz, ama aslında Farsça “pîrâkende” olup, dağınık, darmadağın demektir. Düzenli olmayıp da darmadağınık halde seyreden yelkenli savaş gemilerine vaktiyle “Arap alayı” denirmiş. Arap alayı seyreden gemilerin tayfaları ise herhalde “anafor keser” (= her ne işte olursa olsun gördüğü işi gerektiği gibi yapmayıp, yine de canla başla yapıyormuş gibi görünür), bundan dolayı da subaylarından “alabanda yerlerdi” (= tekdir edilirlerdi). Bu “alabanda vermek” deyiminin kökeni hakkında Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü adlı eserinde bu deyimi şöyle anlatıyor: “Alabanda ateş, topları gemiden bir noktaya tevcihen yaylım suretiyle yapılan ateşin adıdır. Top gibi gürleyerek yapılan tekdir de halk arasında ‘alabanda vermek’ şeklinde ıstılâh olmuştur”. Tayfaların alabanda yemesinin nedenlerinden bir başkası da herhalde geminin “uçkurunun sarkması” (= donanım halatlarının çirkin ve dağınık bir biçimde sarkıp sallanması) idi.

 

Eğer deyimlerle ilgili olarak dediklerime kulak verdiyseniz, son olarak bir de özel bir kulaktan söz edip bu yazıyı kapatayım. Güllük körfezinin dibinde yer alan ve Hamzabey deresi ile Sarıçay’ın boşaldığı Güllük lagünü Türkiye’nin önemli kuş alanlarından biridir. Büyük bir allı turna (flamingo) topluluğu yıllık olarak Fransa’dan gelip bu lagünde konaklar. Ancak kıyılarımıza yönelik yazlık “dubles lüküs villa” saldırısı bu lagünü de istilâ ederek, bizi bir doğal güzellikten daha yoksun bırakmayı planlamaktadır. Güllük lagünü yalnızca kuş cenneti olmasından dolayı özel değil. Bir de bir denizci deyimine uç verdiği için özel, aynı zamanda. Onu da yine Pirî Reis’ten okuyalım: “Ve ba’dehû mezkûr limanun (bugünkü Kıyıkışlacık) dört mil poyraz tarafında Acı Su dirler bir deniz kulağı var. Mezkûr hemân bir göl misâlindedur. Cemî’i etrafı on mil mikdâr dolaşur. Âmma yılduz, poryaz, gün doğusu tarafları sığdur. Hem sazlıkdur, bataklardur.” Umalım ki Pirî Reis’in sözünü ettiği bu “deniz kulağı”nı torunlarımızın torunları da gidip görebilsin, uzak diyarlardan gelen pembe bacaklı, kanca gagalı yaratıkları sevebilsin.

 


Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.