MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ALIP BAŞINI GİDEN ADAM


 


Yaman Koray

Hangimiz karadaki yaşamdan, şehirlerin kalabalığından, gürültüsünden, pisliğinden; şehir insanlarının hoyratlığından, vurdumduymazlığından, nakörlüğünden bezip kendimizi denize atabilmenin özlemini çekmeyiz ki? Dünya ahvalinden uzak, dertsiz, dingin, serseri, mavi gökle lâcivert deniz arasında bir hayatı hangimiz düşlemeyiz? Orhan Veli “Gün Olur” adlı şiirinde bakın bu duyguyu nasıl dile getirmiş:

 

Gün olur, alır başımı giderim

Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.

 

Şu ada senin, bu ada benim,

Yelkovan kuşlarının peşi sıra. …

Hele martılar, hele martılar,

Her bir tüylerinde ayrı telaş!

 

Gün olur, başıma kadar mavi;

Gün olur başıma kadar güneş;

Gün olur, deli gibi… (Bütün Şiirleri, İstanbul: Can, 1984).

 

Ama Orhan Veli gibi yalnızca ağların kokusunda değil de gerçekten alıp başını giden bir yazarımız da var. Cumhuriyet döneminin ünlü, ama bugün artık unutmuş olduğumuz kadın yazarlarından Mebrûre Sâmi’nin oğlu Yaman Koray. 1934 doğumlu, Saint Joseph lisesini bitirdikten sonra 22 yaşındayken bakmış bu şehir hayatı olacak şey değil. Hem şehrin otomatiziminden uzak yaşamak, hem de tabiata, bilhassa denize, daha yakın olmak arzusuyla (annemle beraber) Erdek’e yerleştik” diyor. Orada annesinin kurmuş olduğu Alevok Oteli’ni işletmiş uzun yıllar ve yöre insanlarının öyküsünü yazmış. “Marmara adasındaki kılıçbalığı avcılarını, denizcilerin yaşamını, ada insanlarının ekmek kavgasını, sevgilerini … Kapıdağ insanlarının yaşamını … kendi gözlemleri ile folklorik öğeleri karıştırarak, bu yöre insanlarının yaşayan, canlı dili ile yansıt”mış (Tanzimattan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, İstanbul: Yapı Kredi, 2001).

 


Kanlı Deniz, 1974 tarihli Türk filmi. Yaman Koray'ın
Deniz Ağacı adlı romanının uyarlaması olan filmde, biri
ağanın oğlu olan iki genç balıkçının bir kıza olan
aşklarının öyküsü anlatılır. Ahmet (Tarık Akan),
yaşamını balıkçılıkla kazanan bir gençtir. Babası vefat
eden Meryem (Hale Soygazi) ile birbirlerini severler.

İlk romanı olan Deniz Ağacı (=DA İstanbul: Remzi, 1962), Marmara adasının kılıçbalığı avcılarını anlatıyor. Bu romandan, Marmara adası açıklarında, sâkin bir denizin anlatımını, gelin beraber okuyalım:

 

Güneş tam tepelerindeydi. Deniz dümdüzdü. Pırıl pırıl yanıyordu. Maviden çok, beyazdı. Parlak, hareketsiz bir beyaz. Güneşe dönmüş kocaman bir aynaydı deniz … ısınmak, canlanmak için serilmiş yatıyordu sanki. … Uçsuz bucaksız beyazlığın yalnız bir yeri, belli belirsiz bahar rüzgârının hafifçe kırıştırıp ürperttiği, lâcivert dar bir yol halinde, ilerilere doğru uzanıyordu. … Balık pulu gibi birbiri sırtına binmiş minicik dalgalar, bu kıvırıla büküle yayılan koyu mavi şeridin içinde, binlerce ışıktan göz olmuş, kırpışıyorlardı.

 

Bir zamanlar İstanbul’daki Sivriada adam gibi bir adaydı, suları temizdi; yeni Haydarpaşa dalgakıranını yapmak için ortası oyulmadığı için denizin ortasında haşmetle dururdu. Adam gibi ada olduğu için de kıyılarındaki sularda foklar yaşardı. Bir gün güneydoğu burunun ucunda yüzerken bir tanesi, birdenbire burnumun ucunda denizden fırlayıvermiş, ödümü patlatmıştı. Belki aynı şey Marmara adasında Yaman Koray’ın da başına gelmiştir:

 

Adanın en aşağı burnunda, bir şey kımıldadı. … Oraya dönünce, kayaların en ucunda, denize dalmaya hazırlanan kocaman, siyah foku gördü Osman. … Hayırsızın meşhur, dişi fokuydu bu. Erkeği Marmara kıyılarında, Palipetra veya Bedalan burunlarındaki kovuklarda dururdu. Kaç kere seyretmişlerdi balıkçılar, onların karşılıklı ziyaretlerini, kıyıdan kıyıya geçişlerini. … Tam o sırada, dişi ayıbalığı denize atladı. Pek yakın olmasına rağmen, ona hafifçe arkası dönük bir vaziyet alarak atlayan balığın; siyah, yuvarlak, parıltılı omuzlarını, çırçıplak bir zenci kadınınkini hatırlatan geniş kalçalarını, en ince teferruatına kadar farketti Osman. ... Az geçince, hemen yanlarında, birkaç metre ötede, sular kabarıp açıldı birden... Minik, cin gibi gözlerle, ışıl ışıl bakan kulaksız, küçük bir kafa, fırça misali bıyıkların altında açılan, sivri dişleri belli bir ağız ve bu, dudakları insafsız bir ifadeyle sırıtırcasına gerilmiş kuvvetli çenelerin arasında sımsıkı kıstırılmış, iki kiloya yakın bir mercan, hep birlikte çıktılar meydana! ... Sonra gene daldı hayvan. Kafası, omuzları suda kaybolurken, her yanı belli olan koca kalçaları, onların arkasından, aşağı doğru incelerek gidip, ayak yerine kuyrukla biten birbirine kaynamış bacakları, Osmanın gözünün içine girercesine yükseldi, havada bir yarım daire çizip gömüldü denize! (DA).

 

Denizde yaşanan keyifli anlarından iki tanesi var ki, yüz kere de yaşansa, bin kere de yaşansa, her seferinde insana alıp başını denize gitmiş olmanın hazzını tekrar tekrar tattırır. Biri gurup vaktidir; siz rüzgâraltına oturmuş fırışka bir rüzgârla borina seyrederken, baş omuzlukta batmakta olan güneş, göğü, bulutları, adaları ve denizi, pembe, turuncu ve morun her tür elvanına boyar. Diğeri ise mehtaptır, onu da Koray’dan dinleyelim:

 

Başını kaldırıp, gökyüzüne baktı. Tam tekerlek olmaya pek az bir şey isteyen, donuk fakat kocaman mehtabın önünden, hızla, kenarları ışık saçaklı gri bulutlar geçiyor, aceleyle birbirini dirsekleyip iterek, Avşa üstlerine doğru koşuşuyorlardı. … Sert yıldız poyrazın üfleyip götürdüğü bulut perdelerinin aralıklarından, açıklardaki kaba dalgalara, bir yanıp bir sönen, bir ileri bir geri uzanan, yaldız yaldız, geniş, oynak bir yol halinde aksediyordu ışıkları... Sanki bu aydınlık yol, denizin sathına yapışık değildi de, onun epey üzerinden ortalara doğru kıvrılıp yükselerek geçiyor; sular altta, karanlık derin bir çukur, bir boşluk gibi kalıyordu.. (DA).

 

Erdek’te yaşarken, Yaman Koray’ın yazdığı bir diğer deniz romanı da Mola (İstanbul: Remzi, 1970). Adını “işe ara vermek” anlamındaki moladan değil, “ağları salmak” anlamındaki moladan alıyor. Köyünün kıyısını adam etmek düşünü kafasına koymuş olan Narlıköylü balıkçı Ali’nin öyküsünü anlatan bir roman. Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1965) adlı kitabında Yaman Koray’ı şöyle anlatmış: “Kendi dışındaki bir çevreye olumlu bir metod anlayışı ile yönelerek, onları, yaşamlarındaki davranışların canlı ayrıntılarını bozmadan, bir fotoğrafçı objektifliği içerisinde ve şiirsel bir içtenlikle verdiği kabul edildi.” İşte Mola’dan, çerçeveleyip duvarınıza asabileceğiniz, siyah beyaz bir fotoğraf:

 

Koca Bandırma denizi, poyrazsız, kıpırtısız, parıl parıl, yana döne soluksuz yatıyordu, tüm körfez, Adalara dek... Yüze yakın motor, hepsi çift, irili ufaklı, hepsi peşinde bir kayık, içlerinde bol ağ; insan-tayfa, gönüllerinde umut yığılı, kıpır kıpır, pıtır pıtır bir sürü kara benek, karmakarışık, hepsi değişik bir yana, bir başka yöne, kimi temelli açığa, kimi baştankara kıyıya... Aşağı Yapıcı, Tatlısu önlerine, Kapıdağ köylerine, ya da Bandırma cihetine... Erdek yolunun yalısına, Körtaşın oralara, Mâmun altlarına, Terzi Halil Taşının açıklarına, kimi gelirken kimi giderek, dönüp dönüp aynı yerden geçerek, birbirlerinin dümen-pervane suyunu keserek... dolanıp duruyorlardı Koca Denizde. … Reisi, palacısı, tayfası, kürekçisi, motordakiler, kayıktakiler, hepsi sulara dikmişlerdi gözlerini...

 

Yaman Koray, anladığım kadarıyla Erdek’ten de başını alıp gitmiş, bu kez Gökova’ya. Tam ayrıntısını bilemiyorum ama, galiba kendi teknesiyle uzun süreler Gökova körfezinde dolanmış. Lezzet dergisinin Eylül 1997 sayısında şunları okumuştum:

 

Yaman Koray … yanılmıyorsan 1978 yılında, Marmaris-Turunç’ta tatil yaparken, … her sabah erkenden arkadaşlarıyla balığa giderdi. Balığa dediysem, öyle ille de av için değil; daha çok spor için. O zaman anlatmıştı; bir mağarada 2-3 kiloluk orfoz görmüş, çok sevmişti. Dalmaya gittiği her seferinde onu ziyaret ettiğini, birazcık da oynadığını söylüyordu.

 

Ama, Koray orfozu yalnızca ziyaret edip oynamakla kalmadı, onun hakkında bütün bir roman yazdı, hem de büyük bir roman: Büyük Orfoz (= BO, İstanbul: Milliyet, 1978). Bu roman, herhalde otobiyografik öğelerle doludur diye düşünmüyor değilim; çünkü romanın kahramanı Metin, çoluğunu çocuğunu bırakıp, alıp başını gitmiş, şiir yazan, resim yapan, klasik müzik dinleyen, mürekkep yalamış biri. Ama, Gökova’da ‘spor için’ değil, aksine zıpkınla avcılık yapmak için dalıyor. Adını Don Kişot’un atı Rosinante’den alan bir tirandili var:

 

Limanın tam ortasında demirlemiş teknesine baktı. Tek direk arma, beyaz basaturalar, lâcivert gözde, vernik kamara ve küpeşteler, bodoslamadan baston uzanmış, kocaman bir işaret parmağı… Ne de tuhaf salınıyordu tekne; insan yapısı belki, ama o tabiat parçasının içine, orada, o sayfaya, yalansız, dolansız, eksiz, yapmacıksız öyle bir uymuş, denizin, adanın, göğün, oranın en gerçek, en vazgeçilmez, en gerekli bir bölümü sanki… Asırlardır orada, varla yok arası yaratılan her şeyle beraber yaratılmış, yaklaşan akşam kadar taze ve kayalar kadar yaşlı… Orada, tüm güzelliklerin içinde, onlara bulaşmış, kaynaşmış, onlarla bir olmuş, güzelliklerine güzellik katarak, onlarla aynı titreşimde, konuşurcasına elele ve sessiz … (BO).

 

Az da olsa, romanlarımızda denizin üstünü, görünüşünü, uyandırdığı duyguları anlatan yazarlarımız olmuştur. Ama denizin doğasını, bu arada da altının anlatımı herhalde ilk defa Yaman Koray’ın bu romanında görülür:

 

Çok güzel, çok çok güzel bir dünyada. İlk 15-20 metrenin “rengârenkliği’ geçmiş… Önce kırmızı, sonra sarı, kahverengi, yeşil de kaybolmuş… O son griliğe dönüşmeden önceki sularda Metin, 40-50 metrelerde, Ege denizinin eşsiz mavisi, kopkoyu, dolu dolu masmavisi, her şey mavi, dimdik inen kayalar sular, gelip geçen irili ufaklı lahozlar, bir kaç trança… - hani nerede o kırmızı pembe giysileri? Uzaktan bakıp kaçan bütün canlılar mavi… Yüksekten geçen bembeyaz akya sürüsü bile mavi görünüyor aşağıdan… Güneşsiz koyu mavi, ışığı toz olmuş, suda erimiş, her taraf ışık olmuş masmavi… O eski zamanların fotoğrafları gibi her şeyiyle mavi bir dünya bu! (BO).

 

Karada iklim olayları olağan olaylardan sayılır, yaşamı aksatsalar bile, öyle derinden etkilemezler. Deniz de ise öyle mi? Rüzgâr eser, fırtına olur, deniz kudurur. Rüzgâr esmez, güneşin altında kavrulur kalırsın. Sis olur, herşeyin griye dönüştüğü bir âlemde, sıkıntı basar insanı, küçücük bir evrende çaresiz, umutsuz ve endişeli kalıverirsin. Bir de yağmur; kendine özgü zorlukları olduğu kadar, nimetleri de güzellikleri de olan bir olay. Bakın yazarımız nasıl anlatmış yağmuru:

 

Önce tek tek damlalar. İri iri, tane tane gelip vurdular, kamaranın üstüne. Tık tık ettiler bir iki… Hemen hızlandılar… Teknenin her yanında oynamaya, sıçramaya koyuldular. Bir büyük şarkıydı, gökten boşanan. Camlar, tahta tavan, küpeşteler, güverte, hepsi ayrı ayrı bir türkü tutturmuş, çığırıyorlardı hep beraber, tir tir titreyerek. Deniz şakırdıyordu yanda, güvertede sular oluşup, koşuşuyor, gidiyor, onlar da denize dökülüyordu, bir mırıltı… Yağmur yağıyordu hiç durmadan, hep artarak. Başka hiç ses yoktu. Her şey susmuş, kendini kaptırmış, dinliyordu sanki… Bir güzel harıltı teknenin üzerinde, her taraf kapalı, gene de ıslak tahta kokusu, serin, yayılıyor içeri… Damlalar hızlı hızlı gelip vuruyorlar, yüzbinlerce küçücük kalp, pıtır pıtır atıyor. Zaman ve doğa canlanmış gene. Gece, gözle göremezsin, kulakla duyuyorsun, tekne tir tir titriyor. Bir büyük şarkı bu evet, gökten dökülen… Sevgi, sevinç ve dostluk işte! (BO).

 

Yaman Koray, 2-3 kiloluk bir orfozu görmüş ve sevmişti; ama kahramanı Metin’i ‘belki 100 kiloluk bir büyük orfoz’u vurma tutkusuyla yanıp tutuşturur. Çeşitli kereler, ya o nedenle ya bu nedenle bunu başaramayan Metin, sonunda orfozu “manda başı gibi ensesinden” vurarak öldürmeyi becerir. Ama sonra

 

birden aklı başına geliyor. Ne yaptığını anlıyor. … Mağara boş, bomboş mağara. Taşın altında kimse yok artık. Hiç bir daha olmayacak. … Taşın altı boş, artık boş. … Hiç bir daha, - binlerce başka balık gelse de, o yuvaya sahip çıksa da – böylesine dolmayacak. Olmayacak. … Deniz sessiz… Hep böyle sessiz değil miydi? Taşlar vurdumduymaz, kaskatı, kayalar hepsi ölü… … Bir an, orada durdu, bekledi. İstedi, bir şeyler olsun, bir deprem… Bütün o taşlar canlansın, üstüne yuvarlansın! … Hiç bir şey olmadı. Metin titredi. Ne yaptığını, ilk defa, ama iyice anladı. İnat uğruna, insanca bir tutku uğruna, çok güzel, çok çok büyük, ‘yerini dolduran’ eşsiz, ‘bir tane’… işte öyle bir şeyi yok etmişti. … Koskoca bir dünya yokolmuştu oradan (BO).

 

Her geçen gün, biz de, inat uğruna, insanca tutkular uğruna, açgözlülüklerimizle, hoyratlıklarımızla, cahilliklerimizle, vurdumduymazlıklarımızla, sorumsuzluklarımızla, o alıp başımızı gitmeyi düşlediğimiz ‘koskoca bir dünya’yı yok etmiyor muyuz hep birlikte?

 

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.