MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



OLLE EFENDİNİN SEYİR YAZILIMI


 

SeaClear II Ekranı

Biri çıkıp da yelkenciliğin tümüyle zevkli bir tutku olduğunu söylerse, inanmayın! Tutku olmasına tutkudur ama olsa olsa yüzde yirmisi zevkilidir. Zaten o yüzde yirmi uğruna yelkenci olur insan. Fırışka havada yunuslayarak ilerleyen teknenin fışkırttığı bıyığın oyunlarına, batmakta olan güneşin yelkende yarattığı turuncu, eflatun elvan titreşimlere dalmanın verdiği hazzı ancak yaşayanlar bilir, bilmeyenlere ise anlatmak mümkün değildir.

 

Yüzde otuzu endişedir. Tiramola atmadan şamandırayı tutup tutamama endişesi gibi minik endişelerden, geceyarısı âniden patlayan fırtınanın karşısında demirin tutup tutmayacağı endişesi gibi büyük endişelere gebedir yelkencilik. Diyebilirsiniz ki bu gibi bâdireleri atlattıktan sonra duyulan rahatlama da yelkenciliğin verdiği zevklerden biridir. Haklısınız ama, bunu tadabilmek için yüreği ağzında yaşamak akıllı adamın yapacağı iş midir?

 

Zevki ile endişesi etti yüzde elli. Geri kalan yüzde ellisi ise bildiğiniz angaryadır, işkencedir. Yelkeni bas, yelkeni indir; balonu elle, gönderi kur, balonu bas, balonu patlat, balonu elle. Pis, yosun bağlamış tonoz halatını al, koçboynuzuna volta et. Düse tahtasını sür, düse tahtasını içeri al. Yap, boz, yeniden yap, yine boz; bunun gibi bir sürü angarya. Başka nerde görülmüş, tuvalet rezervuarını basmak bile angarya. Bunlar hadi neyse, gülü seven dikenine katlanır diye kendini avutursun. Ama bir gün motorun yağına bakarsın, gerekli düzeyin çok çok üstünde bi sütlü kahve; al başına püsküllü belâyı, bir yerden kartere su karışıyor herhalde. Yok, paraketenin pervanesini çıkarmayı unutmuşun, lift kayışının altında ezilmiş. Ara ki yenisini bulasın. Bunun gibi her gün yeni bir dert, yeni bir angarya. Ne diye katlanır ki insan bunlara? Bunun tek çaresi, bu gibi dertleri çözmeyi yelkenciliğin küçük ya da büyük başarılarından biri olarak görmek, onlarla uğraşmaktan zevk almaya çalışmak, elde edilen ufak başarılarla da, kimseye çaktırmadan kendi kendine gurur duymak, övünmektir. O zaman, işte o yüzde elli belâsı yok mu, Alman şair Clemens Brentano’nun deyişiyle “dünyanın bütün çekilmezliği, sessiz bir sözcüğün önünde uçar gider”.

 

Geçtiğimiz sonbahar işte o yüzde elliliklerden bir angaryayla uğraşmak gerekti. Evvelki yıl Türkiye Açıkdeniz Yarış Kulübü’nün kış kupası yarışında, şiddetli lodosta pervane şaftının braketi kırılmış, karaya çıkıp onu kaynatmak gereği doğmuştu. Denizde seyretmek yerine, aylarca lift sırası bekleyip, marinadaki direklerde kanatlarını havalandıran karabatakları seyrettik. Sonunda braketin kaynağı oldu ama bu sefer de şaftın laynı bozuldu. Takur tukur, gacur gucur yola düşerek Turgutreis’e gidip tekneyi Yusuf ve Can beylerin dirayetli ellerine teslim etmekten başka çare kalmadı. O arada yine yüzde elliliklerden bir sürü tatsız şey birikmişti, onları da hallettik (inşallah!)

 

Turgutreis’te tekrar denize inmemiz Aralık ayının başlarını buldu. Küçük oğlum Selçuk ile yeğenim Fazıl İstanbul’dan geldiler, yolda naçiz ihtiyarı yalnız bırakmamak için. Atina Üniversitesi’nin hava tahmin sitesine baktık, havanın birkaç gün hafif lodos ve çoğunlukla açık olacağı anlaşılıyordu; üçüncü günün akşamı ise batıdan hafif bir yağış bekleniyordu, o kadar. Tam yüzde yirmiliklerden bir olanak, bizi Çeşme’ye rahatça taşıyacak bir hava. Önce Bodrum yarımadasının kuzeyini döndük. Ekskavatörler yine dağlara tepelere saldırmış, köşede bucakta kalmış yeşillikleri de betona dönüştürme azimlerini yere göğe bar bar bağırıyorlardı. Tilkicik koyunda inşaat gürültüleri arasında bir gece geçirdikten sonra Salih adasının boğazından geçip Güllük körfezini dönmeye koyulduk. İyi ki gece seyretmek gibi bir gaflete düşmemişiz. Mübarek körfezin kıyısı da açığı da balık çiftliği dolmuş. Hem de öyle eskiden gördüğümüz gibi boş kimyevî madde bidonları üstüne kurulu ahşap pontonlu derme çatma havuzlar değil; devâsâ boyutlarda kırk elli havuzlu çiftlikler. Ufak sandallardan uydurma hizmet botları değil koca koca gemiler hizmet ediyor. Gece seyredip de bunların ağlarına takılanın vay haline!

 

Güllük körfezinin kuzeydoğu köşesinde Ege kıyılarının en güzel limanlarından biri bulunur. Körfezin ağzından gelip geçenlere çok sapa geldiği için uğrayanı pek olmaz. Halbuki adıyla müsemma, küçük, şirin, ve keşişleme ile kıble rüzgârları dışında korunaklı bir barınaktır Kıyıkışlacık . Meraklı olanlar için İassos diye antik bir kalıntısı da vardır. Kendisi de arkeolojiye meraklı ya, Ahmet Rasim şöyle der İassos için: “Galat olarak Âsım kalesi denilen limanın önünde Sultan Alemşah bin Sultan Bayezid tarafından bir burç yapılmış olduğunu Pirî Reis rehber-i deryasında yazıp bu burcun civarının gemilere kışlağ olduğunu zikreder.” Bize de o gece kışlağ oldu Kıyıkışlacık; limanı işleten muhtar bu kış vakti nereden çıktığımıza şaşırıp kaldı. Her neyse, akşam vakti Ceyar’ın yerinde güzel bir tekir ziyafetinden sonra sakin bir gece geçirdik.

 

Kıyıkışlacık’ta Sabah

Sabah yola düştüğümüzde hava keşişlemeye dönmüş ve Asin limanından çıkabilmemiz için bize bir kıyak çekmişti. Niyetim gece olmadan Darboğaz’dan (Sisam Boğazı) çıkıp Çeşme yoluna düşmekti. Yolda oyalandığımızdan mı yoksa havanın öngördüğümüzden daha hafif olmasından mı nedir, akşam çökmeğe başladığında Menderes’in ağzında Düzburun’u ancak bordalıyorduk; Darboğaz’a daha 15 mil yol vardı. Gerçi parçalı bulutların arasından dolunay görülmeye başlamıştı ama şimdiye kadar yüzde yirmilerden olan seyrimiz, lodos denizlerinde yalpalaya yalpalaya, yavaş yavaş sıkıntılı bir yüzde elli seyrine dönmeye başlamıştı. Sanki onlar da Atinalıların sitesinden gerekli talimatı almış gibi, batı semalarında bulutlar toplanmaya ve kararmaya başlamıştı. Oralardan hafif bir yağmur geleceği belli oluyordu. Yağmur geçirmez kıyafetimi ve çizmelerimi giydim “basiretli” bir denizci olarak, ve dümenin başına oturdum.

 

Daha önce Darboğaz’dan bir kaç kez geçmiştim, gündüz de geçmiştim, gece de geçmiştim. Onun için boğazda gece seyri hakkında pek endişe etmiyordum. Ne de olsa Tavşan ve Bayrak adası fenerleri ile arada sırada görünen dolunayın da yardımıyla, bu iş kolayca kıvırtılabilirdi.

 

Ama denizde yüzde yirmiler o kadar ansızın yüzde otuzlara dönüşüveriyor ki. Tavşan adasını bordalamış ve iki mil kadar güneyde bırakmıştık; yani Bayrak adasıyla Sisam’ın arasına girmek üzereydik. Batıdan bulutlar göğü kaplamış, yağmur serpiştirmeye başlamıştı. Aniden rüzgâr kesildi. Ne oldu demeye kalmadan aynı anilikle Sisam’ın üstünden gelen bir civarna ile beraber bir tufan başladı. Ben ömrümde ne böyle yağmur, ne de böyle rüzgâr gördüm. Bardaktan boşanırcasına ne lâf, kovadan boşanırcasına yağıyor. Bırakın feneri görmeyi, gözlüklerimin üstünden akan su, pusulayı bile görmeme engel oluyor. Yüzümden oluk gibi inen su boynumdan içeri akıyor. Rüzgâr da deli gibi, donuyorum. Su geçirmez dümenci eldivenlerimi giymiştim ama ceketimin yenlerini üstlerine geçirmemişim. Aynen huniden akar gibi eldivenlerin içi su doldu. Eldivenler su geçirmez ama bu kez içindeki suyu dışarı geçirmiyor, iyi mi? Cenovayı sarıp isitinga edeyim derken Murtaza’ya (bizim oto pilot) takıldım, yekedeki yuvasından fırladı; havuzluğun ortasında çırpınıp duruyor. Dümen boşta kalınca tekne olduğu yerde dönmeye başladı. Sanki deniz bana 720 derece cezası vermiş gibi dön Allah dön.

 

Rüzgâr bir yandan, yağmur bir yandan. Dümenle mi uğraşayım, saraveleyle mi, Murtaza ile mi? Nasılsa makineyi çalıştırdım, Murtaza’yı ya enseleyip yerine oturttum. Pusulanın ışığı hayal meyal görülüyor ama gel de okuyabilirsen oku. Tam da boğazın en dar yerindeyiz, hesapça Bayrak adası 4 gomina, Sisam adası 4 gomina. Bir yerlere doğru yol alıyoruz ama Allah bilir nereye; hop desen bir kıyının üstüne çıkıveririz endişesindeyim. Bırakın kıyıları, teknenin burnu bile görünmüyor yağmurdan. Selçuk’la Fazıl kamarada keyifleri yerinde, kafalarını kaportadan çıkaramıyorlar. Gerçi biraz önce baktığımda boğazda görünen birileri yoktu ama ya o yağmurun içinden üzerime gelen bir gemi falan varsa. Yok mu yelkenciliğin o yüzde otuzu, gözü çıksın.

 

Derken imdadıma Olle efendi hızır gibi yetişti.

 

Kimdir Olle efendi diye soracak olursanız, adı Olle Söderholm, galiba İsveç’te oturur. Kimdir, ne iş yapar, hiçbir fikrim yok. Münzevî bir adam; birkaç kere yazdım kendisine sordum, cevap vermiyor. Bildiğim tek şey 1995 yılında bir tekne almış, bilgisayarı için hoşuna giden bir seyir yazılımı bulamamış, bunun üzerine kendi yazılımını yazmaya başlamış. Bugün ikinci sürümüne ulaşan yazılımını internette serbest olarak dağıtıyor. İşte o yazılım sayesinde o gece karaya çıkmadan Darboğaz’dan çıkabildik. Selçuk aşağıda kamarada dizüstü bilgisayarda nerede olduğumuzu ve aldığımız yolu izleyip bana tutacağım rotayı bağırıyor: “Sancağa dön!” “Fazla oldu.” “Viya böyle!” “İskeleye kaçıyorsun!” gibi. Yirmi, yirmi beş dakika böylece yol aldık. Meğerse havanın bütün derdi bizi boğazda yaklamak imiş; Molla İbrahim koyunu bordaladığımızda rüzgâr düştü, yağmur hafifledi. Dumuk burnunu döndüğümüzde ise yağmur dinmiş, bulutların arasından ay görünmeye başlamıştı bile. Ama biraz kuruyup tekrar yüzde yirmilere dönmek epey zamanımı aldı.

 

Uzatmayalım kameti, kopartırız kıyameti! Gelelim esas konumuza, Olle efendinin SeaClear II yazılımına. Birçok meşhur piyasa yazılımını denedikten sonra bu yazılımı beş yıldır kullandığını yazan biri, “bana soracak olursanız, Olle, nerdeyse tanrı mertebesinindedir” diyor yelkencilik listelerinden birine attığı mesajda. Ben de dediklerine inanmaya başladım başımıza gelenlerden sonra.

 

Yatlarda kullanılmak üzere geliştirilmiş birçok harita ve seyir yazılımı var. Bunların bazıları donanımları ile birlikte paket biçiminde pazarlanıyor; bundan dolayı da benim gibi emekli ya da ufak tekne sahibi olanların ya satınalma gücü dışında kalıyor ya da teknelerinin donanımlarına uygun olmuyor. Öte yandan artık birçoğumuz iyi kötü bir dizüstü bilgisayara sahibiz. İşte Olle’nin SeaClear II yazılımı bu nitelikteki kişilerin kullanımı için ideal. Hem serbest yazılım olarak dağıtıldığı için ücretsiz, hem de birçok piyasa yazılımından çok daha fazla iş beceriyor. Bu yazım, biraz SeaClear II'yi pazarlama yazısı gibi duruyor ama gerçekten birçok kişinin harita ve seyir yazılımına aşina olmaları bakımından, bu konudan söz etmenin önemli olduğunu sanıyorum.

 

Turgutreis’teyken yüzde ellilik işlerden olmak üzere bir KKD (küresel konumlama dizgesi = GPS) anteni taktırmıştım tekneye. Garmin’in 17N modeli alıcısı aynı zamanda da NMEA (Amerikan Milli Denizcilik Mühendisliği Birliği) verileri (cümleleri) gönderen minik bir anten ve bağlantı kablosu. Onu bağlayınca dizüstü bilgisayarım SeaClear II yazılımı ile hemen KKD’li grafik bir seyir sistemine dönüşmüş oldu.

 

  Teknik Meknik sayfasına dönmek için tıklayınız.