MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



SAYYADÂNE BİR CEVELÂN


Geçtiğimiz Cumartesi günü İzmit Yelken Kulübü’nün, 17 Ağustos depreminde eşi ile beraber rahmete kavuşan başkanı Sabri Yalım’ın anısına düzenlenen yat yarışı vardı. Yarışa katılmak için Cuma günü İstanbul’dan yelkenle yola çıktık. Tuzla burnunun açığındaki Hayırsız adayı bordaladıktan sonra, kamaraya indim, raftaki kitaplardan birini alıp ekipteki gençlere okumaya başladım.

 

Tuzla’dan Yelkenkaya’ya kadar olan engin, bizim gibi deniz acemileri nazarında epeyce bir engin addolunabilir. Özellikle kuzeydoğu rüzgârının böyle keskince estiği bir günde, iskele bodoslamasından doğru gelen dalgaların serpintileri tâ kıçta bulunduğumuz halde bizi ıslatmaya başlamışlar idi. Arada bir kotra sancak tarafına doğru o kadar yaslanıyordu ki, sancak küpeştesi altından sular tâ bizim içinde bulunduğumuz terasın ikinci küpeştesi yerine geçen kenar pervazlarına kadar da gelerek insana dengesini kaybettiriyor ve düşmemek için bir tarafa sarılmak mecburiyetini ortaya koyuyor idi.

Sanki kitabın yazarı, tam yüz onbir yıl sonra bizim de aynı yerde, aynı havada, aynı serpintiyi yerken hisseceklerimizi anlatıyordu. Okuduğum, Tanzimat sonrası Türk yazarlarının “hâce-i evvel”i (ilk öğretmeni) Ahmet Midhat’ın Sayyadâne Bir Cevelân (bir av gezisi) adlı kitabı idi. Önce Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde dizi olarak yayımlanan, 1891 yılında da kitap halinde basılan bu eserinde Ahmet Midhat, kotra ile Beykoz’dan yola çıkarak İzmit körfezine avlanmaya giden dört arkadaşın, dört gün süren gezisinin öyküsünü anlatır. Türk gezi yazınının ilk örneği olan bu kitap, daha sonra 1952 yılında Hakkı Tarık Us tarafından yeni yazı ile ve kısaltılarak İzmit Körfezi’nde Bir Gezinti adıyla yayımlanmıştı. Sayyadâne Bir Cevelân’dan haberim vardı, belki birgün elime geçer diyordum kendi kendime. Derken birgün Beşiktaş’taki Kabalcı kitabevinde yepyeni bir baskısına rastlamaz mıyım? İşte Yelkenkaya’ya doğru seyrederken gençlere okuduklarım bu baskıdan idi. Sami Önal’a borçlu olduğumuz bu baskı, kitabın eski adını koruyor, ancak Beykoz’dan İzmit Körfezi’ne Bir Av Gezintisi diye de bir alt başlığı var (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001). Kitabın girişinde Sami Önal şöyle diyor:

 

Ben … eserde en ufak bir değişiklik yapmamayı düşündüm. Ancak gördüm ki, bazı sözcüklerin anlamını değil anlamak, sözlüklerde bile bulmak çok güç. Bu yüzden kitaptaki bazı sözcükleri ister istemez Türkçeleştirmek zorunda kaldım. Ne var ki bunların sayısı oldukça azdır. … Bunun dışında eserin hiçbir şeyine dokunulmamış, cümle yapısı, üslûbu olduğu gibi korunmuştur.

 

Bir an için Ahmet Midhat’ın yazın ve gazetecilik kültürümüzdeki yerini, Tanzimat sonrası yayın hayatının “kırk beygir gücündeki yazı makinesi” olmasını bir tarafa bırakıp yalnızca Sayyadâne Bir Cevelân’a bakalım. Bu küçük gezi anısı, belli ki denizin kokusunu alıp da onun efsunundan kurtulamamış bir yazarın eseri, bir billur. Ahmet Midhat hem geziyi, tekneyi, dolaştıkları yerleri anlatıyor, hem gördüklerine şaşırıp kendini coşkuya kaptırıyor, hem de bu arada birçok şeyi öğretiyor. Orhan Şaik Gökyay’a göre “bu kitap, yalnızca eğlenceli bir gezinin hikâyesi olarak kalmamış, türlü yönlerden okur için yararlı olmuş … bu türden başka bir kitabın (Yenişehirlizade Halit Eyyub, Kayıkla Bir Cevelân, 1899) yazılmasına yol açmıştır.” Ben bu yazımda kitabın yalnızca deniz ve denizcilikle ilgili bölümlerinden kısa alıntılar vereceğim. Ama bu minik şaheseri de herkesin mutlaka okuması gerektiğini, okuyanların da büyük keyif alacaklarını söylemeden edemiyeceğim.

 

Rumî Ağustos ayının yirmidokuzuna raslayan perşembe günü sabahleyin saat bir sularında Beykoz’dan ‘Keyfim’ ile yola çıktık. ‘Keyfim’ tâbirini anlayamadınız değil mi? ‘Keyfim’ İz… (Keçecizade Ferik İzzet Paşa) Hazretleri’nin kotrasının adıdır. Bu kotra sekiz on sene önce Maltalı mı, Kefalonyalı mı nereli ise bir usta vasıtasıyla İstanbul’da yapılmış, ufak ve güzel bir teknedir. … Birisi kaptan öbürü tayfa hizmetini görür iki kişi dahi hem eğlendirme konusunda ustadırlar hem de efendilerinin güzel huyları nedeniyle geminin içini çok temiz tutarlar. ‘Efendilerinin güzel huyu,’ dedik. Örneğin, dışarıdan kotraya girilirken küpeşteye basmamalı … güverte üzerinde ve kamarada potinle gezmemeli. Birçok çift terlik tedarik olunmuş. Onları giymeli. … Ben olsam sigara bile içirtmezdim. Çünkü kamara pek ufak olduğundan elbette tütün isi kokar. Eğer insanda güzel huy olmaz da bu kadar dikkatli davranmazsa şu mini mini teras ile kamarada hem oturmak hem yatmak hem yemek ve kahve ve çay içmek gibi yaşayış düzeni içinde üç dört gün zaman geçirilecek olursa oraları harap, pis, murdar bir hale girmez mi? Demek oluyor ki böyle bir yerde topluluğun reisi ne kadar titiz olursa yerindedir. … İşte hal ve şanını, nizam ve intizamını böyle az sözle okuyucularımıza tanıttığımız kotra ile Beykoz’dan yola çıktık ki hava ‘sünbülî’ sayılabilecek dereceden biraz daha bulutlu ve rüzgârda poyraz idi.

 

İnsanın yaşamı sonsuz güzelliklerle doludur. Ama o, o güzellikleri öylesine kanıksar ki her ânı ona sonsuz hazlar verebilecek olguları göremez. Örneğin, vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a ya da Karaköy’e giderken, hangimiz gördüklerimizi Ahmet Midhat gibi yorumlarız?

 

Keyfim, Kızkulesi’nden Marmara’ya doğru yönelir yönelmez şaşkın bakışlarımızı karşılayan büyülü denizin insan tabiatına bahşedeceği güzelliği sessizlikle geçirmek mümkün müdür? … Yukarıdan gökyüzünün ve aşağıdan deniz sathının birleşerek çizmiş oldukları sınır, her zaman her yerde görülemeyeceğinden, bu nadideyi ansızın görmekten doğan şaşkınlık hemen insanı yakalayıverir. Öyle ya! Bakışlar uzayıp gözlem ve tamâşânın sınırları uzaklaştıkça, sanki gök alçalıyor ve deniz yüzeyi yükseliyor gibi bir durumla, ikisinin sınır anlayışında ortaya çıkan ufuktaki çizgi herkesin, her zaman, her yerde rastlayıp seyredebildiği şeylerden değildir. … Açık havalarda gümüşî renginde olan Marmara yüzeyi bugünün bulutlu havasında ve poyraz rüzgârına karşılık ‘firuzî’ denilebilecek rengi de aşarak âdeta ‘çividî’ derecesini bulmuş idi. Hem de öyle badana fırçasıyla sürülüvermiş tek düzen bir renk değil! Üstat fırçasıyla, hele o üstat ezelî ve ebedî kalemiyle işlenmiş ki, her dalgalanmada dalga tepeciklerinin zirvelerinde kabarıp ağaran köpükler, insanın şaşkın bakışları karşısında tepeleri karlı Pirenecikler, Alpcikler, Balkancıklar oluşturuyor.

 

Fenerbahçe’den, Kalamış’dan her hafta sonu yüzlerce insan tekneyle açılır, balığa çıkar, gezmeye gider, yarışmalara katılır. Ama hangisi Öreke (Hereke) taşına Ahmet Midhat’ın gözüyle bakmıştır ki?

 

Ya o Fener Burnu’nu oluşturan yarımadacık? … Çam ve fıstık ağaçlarının ve başka gölge eden ağaçların buradaki büyüklük ve güzellikleri kadar başka yerde gözleri sevindirdikleri var mıdır? Burunun tam Marmara’ya doğru ilerleyen kısmını deniz yemiş yemiş de … meydanda yalnız taşları kalmış. Sanki iri cüsseli, acayip bir canavarın etlerini ondan daha kuvvetli bir canavar yiyerek meydanda yalnız kemikleri kalmış gibi! Hâlâ da o hırslı deniz o hırslı dalgalarla yiyip yiyip doymamış da, biraz da kemiklerini yalamak için fasılasız hücum edip duruyor. Öyle can atarak ki, her defasında şiddetinden köpükler saçıyor.

 

Tevekkeli Ahmet Midhat’a “hace-i evvel” dememişler. Kitap yer yer sanki amatör denizciler için yazılmış bir el kitabı. Örneğin, Keçecizade Ferik İzzet Paşa’nın ‘kotra’sıyla yola çıktılar ya! “Kotra da ne demek?” diye soracak olanlara der ki:

 

Kotranın arması yalnız bir direk ile bir de bastona bağlı dört yelkenden ibaret olup bunların birisi ‘randa’ denilen büyük yelken ve diğeri onun ön tarafına çekilir ve ‘trinket’ denilir üçgen şeklindeki yelken, üçüncüsü baston üzerine uzanır filika, dördüncüsü de randa yelkeninin ‘pik’ denilen dirseği ile kolonanın üstündeki ok çubuğuna bağlanır ‘kontra randa’ yelkenidir.

 

Yine, bir ara hava sertlediğinde İzzet Paşa, kaptan Sitrati’ye “Moda tutmak gerekir mi? diye sorar. Bunun üzerine hemen öğretmen damarı tutar Ahmet Midhat’ın:

 

’Moda tutmak’ ne demektir? Bunu anlamak için ‘moda’ veya ‘camadan’ denilen şeyleri bilmek gerekir. Bunlar yelkenin üzerine bağlanmış yarım arşın uzunluğunda ince iplerdir ki, yelkenler açık bulundukları zaman bunların hiçbir işe yaramadığı sanılır. Çünkü üç, bazen dört sıra üzerine düzenlenmiş bulunan bu ipler, Trablus kuşaklarının veyahut Arabistan kefiyelerinin uçları püsküllü saçakları gibi sallanır dururlar. Ama bazı kere rüzgâr lüzumundan fazla eser. … İşte, o zaman, sözkonusu ip ile … yelkeni düşürüp eteğini kıvırarak bağlamaya ve kasmaya ‘moda tutmak’ yahut ‘camadan bağlamak’ denilir.

 

Cumartesi günü yarıştan ve ödül töreninden sonra İzmit Yelken Kulübü’nün akşam yemeği vardı; katılan tüm ekiplere nefis bir ziyafet çektiler. Zaten İzmitlilerin misafirperverliği yarıştan önce Hereke’de ikram ettikleri pişmaniyeler ile belli olmuştu. Kırk gün kırk gece düğün örneği, Pazar sabahı da kahvaltıya davetliydik ama, dönmemiz gerektiğinden kalamadık; kalamadığımıza da çok üzüldük. Yemekten sonra yelkeni basıp yola çıktık. Oldum olası gece seyrini severim, mutlaka keyfine varılması gerekli bir seyirdir diye düşünürüm. Gece seyri, insanın evrendeki yerini daha iyi kavradığı, denizdeki, dünyadaki, semadaki herşeyle uyumunu daha iyi anladığı zamandır. Hele hele bir de mehtap varsa! Ama o gece yoktu. Yine de Ahmet Midhat imdadıma yetişti:

 

Tavşancıl’dan yola çıktığımız zaman on ikiye yirmi dakika kalmış idi ki, artık ufuk üzerine yaklaşan güneş, ön tarafımızda sanki İzmit Körfezi’ne girmeyi haber veren hâlis ışıktan ibaret bir gemi imiş gibi bütün denizi nura boğmuş idi. … Biz gittikçe güneş alçaldı. Nihayet kurs-i şemsinin yarısı ufuk tahtına inerek yalnız öbür yarısı dünyaya, ‘Artık akşamınız hayır olsun. Yarınki sabaha kadar elveda!’ hükmünü lisan-ı hal ile anlattığı zaman ortalığın hüzünlü güzelliğine canlı dayanamazdı. Manzara yalnız bundan mı ibaret ya? Arka tarafımızda ufkun ötesinde yuvarlağının yarıdan fazlasını tamamlamış bulunan ay, sabahtan beri beyaz bir bulut parçası halinde bulunurken, güneşin kayboluş derecesine uyum sağlayarak yavaş yavaş parlaklığını ortaya çıkarıyor. Biraz sonra bir taraftan batı ufkundan kaynayan ışıklar, doğu yönünden ay yuvarlağının serpmeye başladığı parıltılarla karışarak Marmara’yı bütün bütün nurdan müteşekkil bir deniz haline koyacak. … Böyle büyük mikyasta bir mehtabiye icrası da az sefa mıdır?

 

Ne yazık ki her güzel şeyin bir de sonu vardır. Sayyadâne Bir Cevelân’ın da sonu şöyle geliyor:

 

Şu dört günlük eğlence bence benzeri eksik olmayan eğlencelerdendir. Bu nimetler ise, aslen ve esasen cümlemizin kendisine bağlı olmakla övünüp şeref duyduğu Padişahımız şevketli, kudretli, dünyanın velinimeti efendimiz hazretlerinin cümleyi donatan büyük lütuflarının sonucudur. Bütün uyruklarının daima böyle mesuden, müreffehen zaman geçirmelerine dua edersem kadirşinaslık görevimi yapmış, minnetarlık duygularımla sözlerimi bitirmiş olurum.

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.