MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ORSA VARSAN ÇIKAMAZSIN, BOCA GİTSEN GİRDAB


 

Derûnî kasidesinde “Bizi avlatma, begüm, geh poça geh orsa gezüb!” (Bizi oyalama, beyim, kâh boca kâh orsa gezip!) demiş. Demek ki henüz o zamanlar gezmek lâfını hor görüp Arapçadan seyr (= gezmek) sözcüğünü almamışız. Bugün karada gezeriz ama denizde seyrederiz. Aradan 440 yıl geçmiş olmasına sığınıp, gelin bugün biraz oyalanalım, hem boca hem orsa seyrederek.

 

Arada sırada, teknemizde “seyr ü safa” ederiz, ama safa, öyle motorla yol alıp duman sasıları içinde, gürültü arasında olmaz; rüzgârla seyrederken olur. Rüzgâr su gibidir, akar; çünkü doğa rüzgârı döker. “Boğaziçinde bazen gündüzleri gündoğuşundan sert bir rüzgar döker, fakat gurub-u şemsden sonraya kadar devam etmez” (Ahmet Rasim, Marmara Denizi Kılavuzu, 1945). İşte döküldüğü içindir ki hem yukarısı vardır hem de aşağısı; onun içindir ki rüzgârüstüne çıkılır, rüzgâraltına inilir.

 

Bugün kullandığımız birçok yelkenci deyiminin kökeni seren armalı yelkenlilerin örümcek ağı gibi görünen donanımında yatmakta. Eskiden rüzgârüstüne seyrederken, direklerin en alt serenlerine donatılan mayistra ve trinketa yelkenlerinin yakalarını rüzgâra açmak gerekiyordu. Bunun için yelkenlerin bu yakalarından teknenin başına doğru bir selviçe donatılırdı ki buna borina denirdi. Borina sözcüğünün İngilizce bowline (= pruva halatı) sözcüğünden Fransızca bouline yoluyla bolina olarak Cenova’ya, oradan da bize geldiği sanılıyor. Borinalar basılı olduğu halde yani “ala borina” seyir ise bugünki borina seyrimiz oluyor.

 

Cenevizliler, mayistra ve trinketa yelkenlerinin rüzgâraltı ıskota köşelerine scotta rüzgârüstü köşelerine ise contrascotta (= ıskotanın karşı köşesi) derlermiş. Zamanla contra olarak kısalan bu deyim bizim dilimize kontra ya da kuntura olarak gelmiş. Süleyman Nutkî Kamûs-i Bahrî adlı sözlüğünde kontrayı şöyle tanımlamış: "Trinket ve mayıstra yelkenlerinin rüzgârüstü uskota yakasını baş tarafta mahsûs mapasına yahut kontra mataforasına bend için kullanılan selvisedir." Kontraların konumuna göre ya “kontralar sancaktan” ya da “kontralar iskeleden” kullanılarak seyredilirmiş. “Arnavutköyü burnu ile Selvi burnu arasındaki sahanın şimalinde iskele kontralarını kullanıp rahatça aşağıya inen yelkenliler ile cenubunda kontraları sancaktan kullanıp yukarı çıkan yelkenlileri görmek mümkün olur” (Ahmet Rasim, Marmara Denizi Kılavuzu, 1945).

 

Zamanla “kontralar sancaktan” deyimi günümüzün “sancak kontra”sı olup çıkmış. Sancak deyimi, eski Türkçe “sançmak” (= dürtmek, saplamak) tan geliyor. Ordunun önünde taşınan ve bir kargıya takılı olan bayrağa da bundan giderek “sançğak” yani sancak denir olmuş. Arada sırada bir yerlerimize giren “sançığ” (= sancı) da aynı kökten. Denizde kullandığımız bayrağa sancak diyoruz, ama neden teknenin sağ tarafı sancak oluyor ki? O taraf sancağın çekildiği taraf da ondan. Günümüzde sancak gönderini, teknenin kıçında tam omurga hattına yerleştirmek denizcilik geleneğindendir. Ama bu mümkün değilse, örneğin bir kıç istralya varsa, ya da dümen kıç bodoslamaya asılı ise, gönder biraz sancağa doğru kaydırılır. (Yeri gelmişken, sancağın kıç istralyaya toka edilmesinin hiç mi hiç denizcilik geleneğinden olmadığını kaydedelim!) Ondokuzuncu yüzyılın sonlarındaki savaş gemilerimizde de sancağın serenlerin sağ yanına çekildiğini, örneğin denizci subay ressamlarımızdan Seyfettin Soyaslan’ın Deniz Müzemizdeki “Mecidiye” ile “Feth-i Bülend, Muin-i Zafer ve Avnillah” tablolarında açıkça görüyoruz.

 

“İskele kontra” seyire gelince: o deyim de kontraların iskele tarafından kullanılmasından kaynaklanıyor. Bugün gemilere burnundan bile girilebildiğine bakmayın, eskiden gemilere sol tarafından girilirdi; bunun için de özel bir kapı (= port) ve bu kapıya çıkan bir merdiven kullanılırdı. İskele sözcüğü Rumca skala (= merdiven) deyiminden türemiş. Merdiven anlamındaki sözcük, zamanla iskelenin indirildiği yer yani yanaşma yeri anlamını da kazanmış. Örneğin, Kuşadası’nın eski ismi “Skala nova” (= yeni iskele) dır; yani Küçük Menderes nehrinin, limanını alüvyonla doldurup da denize hasret bıraktığı Efes şehrinin yeni iskelesi.

 

Rüzgâraltının bir başka adı, boca. Kökeni ise Latince podia (= yan vento). Zamanla biçim ve anlam değiştirerek İtalyanca poggia (= rüzgâraltı), oradan da Türkçe poça, poca ve boca olmuş. Yan vento sözcüğünün nasıl olup da rüzgâraltı anlamına geldiğini pek bulamadım; belki ventonun bağlandığı yöne göredir. Bugün boca sözcüğünü daha çok teknenin başını açma ya da rüzgâraltına dönme anlamındaki “bocalama” biçiminde kullanıyoruz.

 

Yelken Seyirleri
 

Teknemiz her ne kadar “Bocalama kaptan, ben gidemem!” dese de biz yine biraz bocalıyalım, apazlama seyire dönelim. Bu kez Ermenice apaz (= avuç) sözcüğü dilimize girip “apazlama” (= avuçlama) eylemini karşılamış. Apaz seyirde de rüzgârı bol bol avuçlar gibi topluyoruz ya; deyimin bundan başka akla yatkın bir açıklamasını bulamadım.

 

Apaz ferah bir seyirdir; ama hem darı vardır, hem de genişi. Geniş olanından biraz daha bocalayalım; kabakçıların, en keyifli, en dertsiz, en başarılı durumları anlatmak için kullandıkları gibi “pupa yelken” gidelim. Pupa sözcüğünün kökeni Latince puppis (= teknenin kıçı) dir ve İtalyanca poppa yoluyla dilimizin pupasına dönüşmüştür. Hemen hemen her dilde benzer biçimde kullanılır.

 

Kabakçılar ne sanırlarsa sansınlar; biz biliriz ki pupadan seyir hiç de öyle kolay, rahat, dertsiz bir seyir değildir. Tekne deli gibi yalpalar, yelkenler biribirini örter. Teknenin rüzgârüstüne kaçma eğilimini engellemek için çoğu zaman floğu ya da ana yelkeni kavança edip ayıbacağı seyre geçmek gerekir. Kavança sözcüğü, Venedikçe cavezar (=değiştirmek, aktarmak) fiilinden geliyor ve tam anlamı da o. “Büyük sütninenin damadı hacı, yanındaki sandalyeye kavança olmuştu” (Sermet Muhtar, Kıvırcık Paşa, 1933). Denizde nöbet değişimine de, örneğin, “kavança vardiya” denir. Ayıbacağı deyiminin nerden geldiğini pek çözemedim; İngilizler ve Amerikalılar “kanat kanada” seyir, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve Portekizliler de “kelebek” ya da “makaslama yelken” seyri diyor. Bizim sözcüğümüze uzaktan benzeyen bir tek İspanyolca orejas de burro (= eşek kulağı) deyimini bulabildim. Yoksa bizimkilerden bir denizci, ayıya pupasından bakıp da benzetti mi ne?

 

Günümüzde kavança deyimi rüzgârı pupadan alarak kontra değiştirme manevrası için kullanılır oldu daha çok. Bu manevranın doğru adı “boca tiramola”dır. Önce tiramolaya bakalım: Venedikçe tirar (=basmak, çekmek) ve molar (=salmak) sözcüklerinin bileşiminden oluşan İtalyanca tiramollare (=basmak-salmak) deyiminden geliyor. Seren armalı teknelerde kontra değiştirirken, serenleri döndürmeye yarayan prasyalardan bazılarını basmak, bazılarını da salmak gerekiyordu; bu eylemin adı da tiramola idi. Yani, “gerek mola, gerek tiramola ve gerek tira nidâlarının yelken iplerini salıvermekte ve gevşetmekde ve indirmekde ve çekmekde ve germekde muteber ve müstamel olan harekât” (A. Halîl Efendi, Kanunname-i bahrîye-i cihâdîye, 1827). Bundan hereketle, bocalayarak kontra değiştirmeye de “boca tiramola” diyoruz.

 

Boca, yani rüzgâraltı olan yerin karşısında da rüzgârüstü olmaz mı? İşte onun da adı orsadır. Eskiden o da aynen boca gibi yan vento anlamında imiş; herhalde diğer yan vento olsa gerek. Bu sefer Grekçe orthia (= doğru, düz) kökeninden geldiği öne sürülüyor. İtalyancaya orza olarak varıp her nasılsa rüzgârüstü anlamını kazanmış. Bugün, bocalama gibi, orsayı da daha çok “orsalama”, yani rüzgârüstüne dönme biçiminde kullanıyoruz.

 

Orsalayarak kontra değiştirmenin adı ise “orsa tiramola”dır. Rüzgârın gözünden dönerken ön yelkenin ıskotalarından biri mola, diğeri ise tira edildiğinden olsa gerek, bu manevraya artık günümüzde yalnızca tiramola denir oldu; tramola, tremola gibi lâflar da cabası. Manevra sözcüğü kökeninde elişi demek; ama Resim/elişi dersindekinden biraz farklı. Eskiden gemide her türlü işin elle yapıldığını düşününce, Latince manus (= el) ve oper (= iş) sözcüklerinden türeyen manus oper (Fransızca manoeuvre) deyiminin gemiye yön verme anlamıyla genişlemesine şaşmamak gerek.

 

Orsa tiramola edip döndük, geldik tekrar borinaya. Borina seyrederken denizin haşmeti karşısında kendi güçsüzlüğümüzü görüp de yaşam hakkında feylesofça davranmamak mümkün mü? Ne demiş Agehî 1560’da? “Orsa varsan çıkamazsın, poca gitsen girdâb / Nice kullansan, atar karaya bu keşti-yi ten” (Orsalasan çıkamazsın, bocalasan girdâp / Nasıl gidersen git, karaya vurur bu ten gemisi).


Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.