MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



DENİZ DEVİNİN TUTKUNU


 

Oktay Sönmez

“Bulut mu Olsam”, Nazım Hikmet’in en bilindik şiirlerindendir; duymamış, okumamış olanlar bile hiç olmazsa Zülfi Livaneli’nin şarkısında işitmiştir:

 

Denizin üstünde ala bulut

yüzünde gümüş gemi

içinde sarı balık

dibinde mavi yosun

kıyıda bir çıplak adam

durmuş düşünür.

 

Bulut mu olsam,

gemi mi yoksa?

 

Balık mı olsam,

yosun mu yoksa?..

 

Ne o, ne o, ne o.

Deniz olunmalı, oğlum,

bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.

 

 

Birçok meşhur yazarımız da, Nazım Hikmet gibi, kıyıda durmuş bir adamdır; kıyıdaki adamın yaşamını, sıkıntısını, öyküsünü anlatır. Yaşar Kemal Deniz Küstü’sünde, Tarık Dursun K. Denizin Kanı’nda denizin kıyısındaki kara adamının yaşam çabasından, karşılaştığı haksızlıklardan, Orhan Veli ise deniz esintisinin uyandırdığı imgelemlerden, duygulardan söz eder. Ama bu yazarlarımızın denizi ufkun görünen iki üç milinde sona erer.

 

Öte yandan, gelin bir de şu şiiri okuyalım beraber:

 

Yelkenler eskimiş kirli çamaşırlar gibi asılı serenlerde.

Rüzgâr iyice azaldı.

 

Dindi bitmeyen fırtınaların uğultusu

Akıntıda sürükleniyor gemi,

Biliyorum, biliyorum artık

Çok az kaldı.

 

Sinsi bir sesizlik geziniyor denizde

Uğursuz bir hayalet gibi.

 

Bak, işte bulutlar iyice alçaldı.

O büyük fırtınadan önceki

Korkulu durgunluk sanki.

 

Dindi o dinmek bilmez rüzgârların uğultusu.

Denizler sustu.

 

Ve hayret, bütün yelkenler

Bir anda boşaldı.

 

Biliyorum, biliyorum artık

Çok az kaldı.

 

Gerçi şiir ölüm korkusundan, ölüm kuşkusundan söz ediyor ama, kıyıdaki adamın diliyle değil. Nasıl da buram buram deniz kokusu, deniz duygusu, deniz korkusu kokuyor değil mi? Çünkü, kara adamının değil de, denizi, denizin içinden yaşayan, gönlünde duyan, her tür huyunu, kaprisini, güzelliğini, acımasızlığını bilen bir yazarın, Oktay Sönmez’in bir şiiri; son kitabı Seni Antartika’ya Götüreceğim’den (= SAG, İstanbul: Livane, 2002).

 

Oktay Sönmez, Kabataş’ta Setüstü’ndeki bürosundan kendini denize atan; attıkça da onun insanlarını ve tutkularını, deniz mahlûklarını, gemileri, kıyıları, kıyılarda yaşamış uygarlıkları yazan bir kaptan. Kendisinin anlattığı gibi “1950 Ağustos’unda Güneysu vapuru ile üniversite giriş imtihanları için Fatsa’dan İstanbul’a giderken ‘deniz ve ufkun öteleri’ tutkusuna çoktan yakalanmıştı. ... Mutluluğu, sevgileri gibi işi, ekmeği de hep bu tutkudan ve denizlerdendir. Denizi, denizdekileri durmadan okumak ve biraz da yazmak vazgeçemediği bir alışkanlık” (SAG). Uzun süreler Deniz Nakliyatı T.A.Ş.’nde kaptanlık yapmış, “denizi çileli, belalı, renkli ve mutlu bir serüven olarak” yaşamış yıllarca. Yazdıklarını okudukça, siz de onunla beraber bu serüveni yaşıyorsunuz. Diyelim ki ateşli bir gribe tutulmuş, gemide kendinizden geçmiş yatıyorsunuz:

 

Gemi, iri bir denizin üzerindeyken birden başının altından hızla geçen suyun yarattığı boşluğa düşünce bir bomba patladı sanki altımızda. Sular yarıldı ve gecenin içinde baş tarafın iki yanında bir şemsiyenin iki yarısı gibi kocaman, bembeyaz kanatlar açıldı birden. Bu gürültü ile yanan alnımın dayalı olduğu cam da sarsılınca kendime gelmişim. ... Yattığım yerde, geminin o ihtiyar bedenindeki bütün acıları, gerilmeleri, esnemeleri, gıcırtıları, iniltileri dinliyordum. ... fırtınanın birbirine kattığı denizde canını dişine takmış, dinmek bilmeyen uğultular ve kapkara bir gece içinde inleyerek ilerleyen geminin kalbini dinliyordum. ... Üzerine çullanan denizlerin altından inleyerek kalkıp tekrar iri bir dalganın üzerine düştüğü zaman saniyeler boyu her tarafı titriyor, yattığı yerde kulağıma söyleyip durduğu hüzünlü hikâye o zaman acılı bir öksürük nöbeti ile bölünüyordu. ... La Spezia’ya vardığımızda her yer karla kaplıydı. Elimde bir fincan kahve, lumbuzdan limanı seyrediyordum. Şu yaşamak, dedim içimden, ne güzel ne güzel şeymiş meğer. Hele de bu karmakarışık rüyalardan ve hiç şakası olmayan karanlık gecelerden geçen bir fırtınadan sonra... (GHKD = Güneşi Hüzünlüdür Kuzey Denizlerinin, İstanbul: Cem, 1995).

 

Oktay Sönmez’in ikinci kitabı olan GHKD, bir otobiyografi aslında. Piraziz’de geçen çocukluğunun öyküsüyle başlayıp, çocukluk arkadaşı Kekeme Adil’in yalnızca işitip de nasıl yakalanabileceği üzerine projeler ürettiği balinalara olan tutkunluğunun öyküsü:

 

Balinaya, bu eşşiz gizemli yaratığa, benim ona verdiğim isimle Deniz Devi’ne işte böyle tutuldum. ... onu kocaman elli dedemin anlattıklarından ve bazı kitaplardan biliyordum. Ama onu ilk kez kafasında yapışık kabuklu deniz böcekleri ve suda parlak daireler bırakarak dalarken o inanılmaz kuyruğu ile çok yakından Cape Cod açıklarında bir tekneden gördüm. ... o gün Deniz Devi ile ilgili bir kitap yazmaya karar verdim (GHKD) .

 

Ve yazmış da; tam 600 sayfa, balinalarıyla, balinacılarıyla, balina gemileriyle, balinacı limanlarıyla, buzlu denizleriyle, fırtınalarıyla yazmış. Hiç süphesiz deniz yazınımızın en önemli yapıtlarından biridir bu eser.

 

Oktay Sönmez’in ilk kitabı ise Ereğlili Memed (=EM, İstanbul: Güneş, 1987). Bu kitabında deniz yaşamında, kaptanlık serüvenlerinde tanıdığı insanları anlatıyor; lostromoların, miçoların, gemicilerin öykülerini, Ereğlili Memed’in, Telsiz Hilmi’nin, Şarapçı Sabri’nin, Marangoz Mustafa’nın, Fantoma Nuri’nin, Antonio’nun öykülerini. Bu insanları denize çeken olayları, deniz yaşamıyla başa çıkışlarını, kendilerine özgü yeteneklerini dile getiriyor. Her satırında onlara duyduğu sevgiyi, onlarla paylaştığı zorlukları, acıları okuyorsunuz.

 

Gemilere tutkun olmayan, güzel bir gemi görünce ensesinden aşağıya ürpertiler inmeyen bir kaptan işittiniz mi hiç? İşte Oktay kaptanın tutkularından biri de gemiler.

 

İşte böyle

Başlarken söylediğim gibi ben,

Şu anda tüm dünyanın

Denizlerde gezen

Gemilerinden biri ve her biriyim

Bitmek tükenmek bilmez hikâyelerim.

 

Çünkü bir batar

Bin gelirim.

 

Ben bir gemiyim

Denizlerde açan çiçeklerim

Hepsi ve de her biriyim...

 

Anılarda Gemiler: Ufkun Ötesinde Kayboldular (= AG, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001) kitabında anlatıyor sevgili gemilerini. New York limanının girişindeki Ambrose fener gemisinden Adaların Gülü Nusret’e, Savarona yatından Şefik kaptanın Ankara’sına kadar 42 geminin öyküsünü, kaptanlarını, onların tutkularını, sevgilerini dile getiriyor. Örneğin  Trak, Marakas ve Sus’ tan söz ederken kendi öykülerini kendilerine anlattırıyor: “Ben S/S Trak. Gerçekten de öyleydik. Marmara’nın üç gülüydük.” Ya da Ankara’nın efsane kaptanını çiziyor: “Şefik Kaptan da hepimiz gibi o masal gemiye ve hak ettiği üne ulaşmadan önca zamanın olanaksızlıkları içinde deniz yaşamının türlü çilelerinden geçiyor”.

 

Kıyıdan denize bakan yazarlarımızın aksine, Oktay Sönmez denizden kıyıya bakanlardandır. Bakın kıyıda gördüklerini nasıl anlatıyor:

 

Bir dünya ki, en yüksek gökyüzü orda. En uzak yıldızlara dokunursunuz ellerinizle, sarhoş edince sizi temmuz meltemleri. Binlerce yıl, en inanılmaz şeylerin mekânı olmuş bu gizemli toprağın, altın bir güneşin altında, en güzel mavi ile gün boyu seviştiği kıyılarda bir yerde Knidos diye bir kent vardı bir zamanlar...

 

Bir yandan Deniz Devi’ne tutkun olan Oktay kaptan, öte yandan bu güzel kıyılarda yaşamış olanlara, onların yarattıklarına da tutkundur; onları da yazmıştır Knidos: Mavide Uyuyan Güzel (= KMUG İstanbul: Livane, 2001) adlı kitabında. Arkeolog Ümit Serdaroğlu’nun dediği gibi “zaman ve emek verdiği araştırması ile biriken tarih ve arkeoloji bilgisini duygu yüklü yüreğinde yoğurarak şiirsel bir anlatımla” ortaya koymakla kalmamış, denizcilerin koruyucu tanrıçası Afrodit Euploia’nın, onu mermerde yaratan heykeltraş Praksiteles’in öykülerini olduğu kadar, “Sarhoş Şerafettin, Hasan Usta, Kürt Ali ve Diğerleri” gibi birçok yöre insanının öyküsünü de o eşşiz yurt yöresinin güzellikleri içinde anlatmış:

 

Gene bir cehennem sıcak erkenden işgal etmişti her yeri. Rüzgârın zerresi yoktu. Deniz masmavi ve kızgın bir cam parçası sanki. Bu yüzden hiç yelken gözükmüyor. ... Dev yarımadanın Gökova Körfezi’ne bakan kuzey kıyıları ve Datça Hisarönü, Palamut Bükü körfezlerini çevreleyen güneyi, nerdeyse eriyik haline gelmiş bir güneşte kavruluyordu. Yörenin bin çeşit çiçekleri, böcekleri, otları, ağaçlar, hemen her köyde uygun yerlere serpiştirilmiş arı kovanları, tüm deniz, toprak altındaki ve üstünde yaşayan bu tanrılar tanrısı güneşin altındaydı. Yaşayan herşey bu güneşte pişiyor, her canlının her zerresinde ne olup bitiyorsa bu berrak gökyüzünden o topraklara dökülen, eriyip akan bir altın güneşin sıcağında, onun tanrısal ışığı ile oluyordu (KMUG).

 

Karanlık gecelerin yalnızlığını, çaresizliğini bağrının derinliklerinde duyan her denizci, tanyerinin ağarmasını, uçsuz bucaksız zifirin doğurduğu endişenin geçmesini hep beklemez mi? Bir tek fenerlerdir onun elinden tutan bu yalnızlığın ortasında. Bakın Oktay kaptan nasıl anlatıyor bu duyguyu:

 

Fenerlerin her biri, sonsuz bir hüzün ve yalnızlığın, dünya haritasına serpiştirilmiş anıtları gibidirler. Hep ayrılık, uzaklık kavramlarını ve onlarda yüklü özlemleri, gizemli duyguları çağrıştırırlar. ... Bir bahar sabahının geceden henüz sıyrıldığı saatlerde, ‘Köprü Üstündeki Adam’ın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme, yorgun bir mutluluktur Fener’in görüldüğü an. Göz gözü görmez, kar, tipi ve kabaran denizlerin birbirine karıştığı gecelerde Fener ışığının o zifir karanlığın duvarını delip ‘Köprü Üstündeki Adam’a ulaşması, günler, haftalar boyu gökle deniz arasında yoluna devam etmiş gemide tarifsiz bir bekleyişin mutlu sonudur (AG).

 

Oktay Sönmez, yalnız edebî yazılar yazıyor diye sanmayın sakın. Denizciliğin çeşitli yönleri ve her tür sorunlarıyla ilgili olan yazıları sık sık Cumhuriyet gazetesinde yayınlanıyor. 1967 yılında, İstanbul’u ziyarete gelen Şili okul gemisi Esmeralda’yı anlattığı yazıyla (EM) başlayan bu çabası hâlâ devam ediyor. Geçen yıl deniz kültürümüzün fakirliğinden yakınırken, Amerika’da eski bir balinacı limanında gezdiği bir balina gemisini anlatmıştı:

 

İçini dışını iyice gezdim. Ambarlarına indim. Yağ kaynatılan fırınlarını, tayfanın, kaptanın yaşam yerlerini gördüm. Her şey o kadar iyi korunmuş ki. Babadan kalma değerli bir saat, silah ya da benzeri bir anı gibi... Başlarında öğretmenler, öğrenciler geliyor. Küçücük elleri ile geminin hâlâ çelik gibi sert ağaçtan bordasına dokunuyor, güvertesinde gemici şarkıları söylüyorlar. Sadece büyük devletlerin değil, Hollanda, Belçika ve İskandinav ülkelerinin bile limanlarında sakin köşelere çekilmiş, ulusal bir özenle korunan buna benzer bir sürü gemi özenli korumalar altında. ... Deniz kültürü halkın yaşamına bunlarla, yazılan, yaratılan, korunan şeylerle girip yerleşiyor. Eline her mikrofon alanın ‘Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizdeeee...’ diye başlayan kalıplaşmış nutuklarıyla değil. Yavuz, Midilli, Nusret isimli unutulmaz gemiler koruyamadıklarımızdan birkaç örmektir. Bir savaşın kaderini, bir ülkenin gelecekteki haritasını değiştiren bu anıt gemiler yok olmayabilirdi (Cumhuriyet, 30 Mayıs 2002).

 

Yazıma bir şiirle başladım, yine bir şiirle, ama bu kez Oktay Sönmez’in bir nazmıyla bitireyim; “Ben, Gemi, Sonsuz Bir Şiirim Denizlerde” adlı uzun şiirinden  Ertuğrul faciası nı anlatan bir bölümle:

 

Bir ölümcül tayfun

Öldüresiye önüne katmıştır

Yaban denizlerini,

Kudurmuş bir devin tokadı gibi rüzgâr,

Bir duvar gibidir önümde

Ve de göz gözü görmez

Çullandıkça ağır denizler yaşlı gövdeme

Bırakın her yanımı, belkemiğim

Tam orta yerinden çatırdar.

Kısacası, beni paramparça eden

Kayalıklardan üç yüz metre içerde

Şimdi bir anıt dikili durur.

Üzerinde taşa oyulu

O uzak sularda benimle birlikte kaybolan

Beş yüz iki denizcinin adı okunur (SAG).

 

 

Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.