MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



TURNA MI ZURNA MI?


 

Yılını tam olarak hatırlamıyorum, yetmişlerin sonuna doğru bir yaz tatilinde olmalı. Hisarönü körfezinin kıyısında, Çubucak mesire yerinde kamp kurmuştuk çocuklarla. Bir de şişme botumuz vardı. Gündüzleri körfezi dolaşıyor, Bencik koyu senin İnbükü benim, Selimiye koyu senin Keçibükü benim, çeşitli koylarda demirleyip yüzüyor, dalıyor, günümüzü gün ediyorduk. Büklere, koylara gidip gelirken de bahtımıza ne çıkarsa diye kaşık çekiyorduk.

 

Uskumru  Turnası

Bir gün kaşığa büyük birşey atladı. Bir taraftan sinarit mi, akya mı diye merak edip balığı kullanıyor, öte yandan “balık, balık!” diye hoplayıp zıplayıp duran çocukların suya düşmelerini önlemeye uğraşıyordum. Sonunda hayatımda ilk kez gördüğüm bir balık çıkageldi. Boyu bacağım kadar, gövdesi istavrit gibi küçük gümüşî pullu ama çok daha uzun; sanki kefali ortasından, eski İstanbul dolmuşları gibi kesip uzatmışlar. Kafası zargana gibi sivri ama tam da o kadar uzun değil; sanki boksörün biri, zargananın burnuna bir “direk” atmış gibi daha kısa. Kısacası garip bir hayvan.

 

Civardaki balıkçılara gösterip sorduğumda kimisi “zargana” dedi kimisi “zurna”, kimisi “ısırgan” dedi kimisi de “uskumru turnası”. İstanbulluyuz dediysek de o kadar cahil değiliz hani; çocukken Bostancı’da Hügnen’in yalısının iskelesine çıkar, misinanın ucuna bir ipek parçası bağlayıp, bekçi bizi kovalayana kadar zargana tutardık. Onun için “zargana” adını pek yutmadım. “Isırgan” desen o bir ot, kısa pantalonlu olarak orada burada dolandığımızda bacaklarımızı dalar, kaşındırıp durudu; balık da nerden çıktı?

 

 

“Zargana”yla “ısırgan”ı atınca, ortada şöyle bir soru kaldı: bu balık “turna” mıdır, “zurna” mıdır?

 

Bir balığın bu kadar çok adının olması aslında hiç de şaşılacak bir şey değildir. Dünyanın her yerinde bu ad karmaşası vardır ama bizim ülkemizde özellikle öyle. Bunun herhalde bize özgü iki nedeni var. Birincisi deniz konularına toptan ilgisizliğimiz ve kendimize özgü bir deniz kültürü üretmeden, ordan burdan birşeyler kapmış olmamızdır. Kara hayvanlarının öyle bir sürü adı yoktur dilimizde, ama deniz hayvanlarının vardır. Kıyılarımızda yaşayan beşyüz civarında balık için şimdiye kadar bin beşyüz civarında ada rastladım.

 

Balık adlarındaki bu bolluğun ikinci nedeni ise sözlü kültürle yaşayan bir millet olarak, hiçbir şeyi düzenli olarak ele almamış ve yazıya dökmemiş olmamız herhalde. Oysa denizci milletler bu karmaşayla başa çıkmayı kafalarına koymuş ve sonunda, tüm canlılar için düzenledikleri koramsal (hiyerarşik) bir sisteme göre bugün “bilimsel ad” denen bir ad geliştirmişlerdir. İlk önce İsveçli doğa bilimcisi Carl von Linne’nin (1707-1778) bitkiler için başlattığı bu dizgeye göre, günümüzde her balığın iki sözcükten oluşan bir adı vardır. Birinci sözcük balığın cinsinin (genus) ikincisi ise türünün (species) adıdır. Bu sözcükler genelde Latinceye benzer ama her zaman öyle değildir. Bazen başka dillerden ya da yer adlarından alınıp Latinceleştirilmiştir, bazen belirli bilim adamlarının adlarına, bazen yer adlarına göre konmuştur, bazen de bildiğiniz uydurma lâflardır. Örneğin, mersin balığının cins adı doğrudan balığın Latince adı olan Acipenser’dir. Çeşitli mersin balıklarının türleri ise birbirlerinden tür adları ile ayrılır. “Adi mersin” A. stellatus (= yıldızlı), “şip” A. nudiventris (= çıplak karınlı), “çuka” A. ruthenus (= Karpatlarda Ruthenya bölgesinden), “Rus mersini” ise A. gueldenstaedti (= Rus doğa bilimcisi Anton Johann von Güldenstädt, 1745-1781) adıyla tanınır.

 

Bizim kullandığımız “mersin” sözcüğünün kaynağı ya Grekçe mirena (= müren), ya Rusça more (= deniz) ile svinya (= domuz) sözcükleri ya da İskandinav dillerindeki marsvin (mar = deniz + svin = domuz) sözcüğüdür. Zaten herhangi bir mersin balığına pruvasından bakınca neden domuz dendiği kolayca anlaşılır. Hele hele o enfes siyah havyarın alındığı “mersin morinası”, diğer adıyla “beluga”, yok mu, o tam bir yaban domuzudur. Acaba mersin balığı ya da havyar yemek dînen câiz midir, ne dersiniz?

 

Öyle “bilimsel” dendi diye bilimsel adlarda hiç karmaşa yoktur sanmayın sakın. Orada da aynı türün birçok çeşitli bilimsel adı vardır. Örneğin lüferin en az onsekiz bilimsel adı bilinmektedir. Ve bunların hepsi de aynı balığa, ama farklı kişiler tarafından, değişik zamanlarda verilmiş adlardır. Ancak, gündelik dildeki kargaşanın aksine, bu karmaşaya bir çözüm bulunmuş ve ilk olarak verilmiş olan bilimsel ad “geçerli ad” olarak kabul edilmiştir. Balıkların bilimsel adlarının ne olduğu, ve hangilerinin geçerli olduğu uluslararası bir girişim olan Fishbase adlı balık veritabanından kolayca izlenebilir. Bu veri tabanında, otuzbir bin balık türünün ikiyüz seksen bine yakın yerel adı, yapısı, yeryüzündeki dağılımı gibi bilgiler ile bu balıkların çeşitli kişilerce çekilmiş ve çizilmiş resimleri bulunuyor. Hiç şüphesiz, balık konusunda dünyada en yetkin veritabanlarından biridir ve Türkçe balık adları ile de taranabilir.

 

Dilimizde balık adlarına ilişkin olarak yaşanan karmaşanın en belirgin göstergelerinden biri şudur: genelde balıklar için kullandığımız adların cins adı mı yoksa tür adı mı olduğu çoğu zaman belli değildir. Örneğin, yukarıda değindiğim gibi “mersin” adı bir cinse verilen bir addır. Ama “lüfer” bir türün adıdır. Öte yandan “kefal” birkaç cinse birden verilen bir addır. Üstelik de aynı ad başka başka türler hatta cinsler için kullanılmaktadır. Örneğin, “çırçır”, “mercan”, “camgöz” ve “çarpan” bu türden adlardır.

 

Türkçe’de yabancı kökenli denizcilik terimleri genelde Katalunca, Cenevizce ve Venedikçe dillerinden kaynaklanır. Ama, balıkçılık ile ilgili terimlerin çoğu Grekçe (antik Yunanca) ya da Rumca (Anadolu Yunancası yani İyonyaca) kökenli olduğu için balık adlarının da çoğu öyledir. Örneğin “levrek” adı Grekçe labros (= dudak) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Aynı ad Latinceye de geçmiş ve levreğin bilimsel adı olan Dicentrarchus labrax (Latince di = iki + Grekçe kentron = diken + arhos = anüs ve Latince labrax = dudak) adında yer almıştır. Yani, bilimsel adına göre, levrek, anüs yüzgecinde iki dikeni olan dudaklı bir balıktır. Bir levrek daha var ki onun da adı D. punctatus (= noktalı), yani “benekli levrek”. “Melanur” diye bildiğimiz balığın adının anlamı Grekçeden melan (= kara mürekkep) ve oura (= kuyruk) yani karakuyruk, “yaladerma” balığının adının anlamı ise Grekçeden ualos (= cam) ve derma (= deri), yani cam gibi derili demektir. Türkçe olacağını sanabileceğimiz bazı balıkların adları bile Grekçe kökenlidir. Örneğin, “öksüz” balığının adı yakalanınca öksüz kaldığı için inlemesinden değil Grekçe oksus’tan (= tiz, acı) acı acı bağırmasından gelir. Ama öksüzün hikâyesi o kadar acıklı değil aslında, çünkü bilimsel adı çok güzel: Trigla lyra (Grekçe triglitis = barbunya renginde kıymetli bir taş ve Latince lyra = bağadan yapılmış antik bir müzik aleti); yani hem güzel ve nadide bir yaratık, hem de ahenkli nağmeler çıkarıyor.

 

Balıkların adları yalnızca cinse ya da türe göre konmuş değildir. Yakından bildiğimiz ve etini pek beğendiğimiz için piyasaya çıkmasını dört gözle beklediğimiz leziz balıkların boylarına göre de farklı adları vardır. Örneğin, rahmetli Ali Pasiner’in Balık ve Olta adlı kitabında “Boğaz sularının sultanı ... edebiyatımıza girmiş, avcılığı için bir devirde gümüş zokalar dökülmüş” diye tanımladığı “lüfer” (Grekçe gofari). Lüfer o denli güzel ve canlı bir balıktır ki bilimsel adı Pomatomus saltarix (Grekçe poma = solungaç kapağı + tomus = parçalı ve Latince saltatrix = dans eden kız) olarak konmuş. Salta sözcüğü dans demek, jimnastikçilerin attığı ya da güreşçilerin oyunu salto da aynı kökten gelir. Trix (= kadın, kız) sonekini ise örneğin “aktris”ten, ya da “Bellatrik” (güzel kadın) yıldızından tanıyoruz. Bu güzel hatunun çeşitli boylarına, küçükten büyüğe doğru, önce boyundan ve biçiminden esinlenerek “defneyaprağı”, sonra Grekçe tsinokopos’dan (= küçük lüfer) “çinakop”, biraz büyüğüne “kaba çinakop”, daha büyüğüne renginden dolayı “sarıkanat”, bir karış civarında olanlarına “lüfer”, biraz daha büyüğüne “kaba lüfer” ve azmanına ise yine Grekçe gufena’dan (= büyük lüfer) “kofana” deriz.

 

Aynı şey “palamut” (Grekçe pelamis = küçük ton balığı) için de söz konusudur. Ama zavallı palamutun bilimsel adı olan Sarda sarda, lüferinki gibi şatafatlı bir ad değildir. Sarda sözcüğü batı Akdeniz’in göbeğinin ortası olan “Sardinya adasından” anlamına gelir. Birçok başka balığın da adı aynı adadan kaynaklanmaktadır, örneğin “sardalya”, ama bu Sarda lâfını daha güzel yapmaz. Palamutun çeşitli boyları da Rumca gonos’tan (= ufak balık) kaynaklanan “palamut vonosu”ndan başlayıp, nedense “çingene palamutu”, Karadeniz’den boğaza girişleri kestanelerin olgunlaşmasıyla aynı döneme denk düştüğü için “kestane palamutu”, bir karıştan biraz büyükken “palamut”, sonra “zindandelen”, Grekçe tarikhos’tan (= lakerda) “torik”, “sivri”, “altıparmak” ve en sonunda da Rumca petsuda’dan (= iri palamut) “piçuta” ya da “peçuta” diye bilinir. Akdeniz kıyılarında balıkçılar küçük boy orkinosları ve tombikleri palamut diye satarlar. Aman dikkat! Palamut ne kadar lezzetli bir balık ise orkinos da o denli lezzetsizdir. Zaten orkinos, ton balığı konservesi olmaktan ya da saşimi diye çiğ çiğ yenmek üzere Japonlara satılmaktan başka bir şeye yaramaz.

 

Balık adlarındaki karmaşanın ortaya çıkardığı bu yutturmaca, doğal olarak bazı balıkçıların işine yaramıyor değil. Nedense insanlarımız “barbunya” (Mullus barbatus, Grekçe mullus = barbunya ve Latince barbatus = sakallı) balığını “tekir” (Grekçe tigris = kaplan, M. surmuletus) balığına yeğler, sanki daha lezzetli ve makbulmuş diye. Onun için çarşı balıkçıları hep tekiri, barbunya, taş barbunyası falan diye yutturmaya kalkar. Halbuki, bana sorarsanız tekir leziz, barbunya ise yavan bir balıktır. Bir gün de Kadıköy çarşısında “kolyos”u (Grekçe kolios, Scomber japonicus, Grekçe scombrus = uskumru ve Latince japonicus = Japonyalı) bana “uskumru” (S. scombrus) diye yutturmaya kalkışan balıkçıya “yahu bu uskumru değil, kolyos” dediğim zaman balıkçı suratıma şöyle bir bakıp, “abi sen kaçın kurasısın, şimdi onu anlayan mı kaldı?” demişti.

 

Aynı karmaşa kalkan balıkları için de sözkonusudur; bir erkek/dişi, çivili/çivisiz kalkan tartışmasıdır sürer gider. Aslında söz konusu olan iki farklı balık türüdür. Kısaca “kalkan” dediğimiz ve balıkçıda hep gördüğümüz, lokantada yediğimiz balık, İngilizce turbot olarak bilinen Psetta maxima adlı türdür. Yuvarlaktır, sırtında ve karnında bol miktarda, çivi denen düğme gibi çıkıntılar vardır. Daha çok Karadeniz'de çıkar; erkek denen, “çivili kalkan” balığı budur. Dişi deneni ise, Scophthalmus rhombus, beyzîdir, lekeleri vardır ama çivisi hemen hemen yoktur; büyük bir pisiye benzer. Ancak pisi sağa bakarken bu sola bakar. İngilizce brill denen bu “çivisiz kalkan”, daha az bulunur, ama daha lezizdir. Maço balıkçılar bu karmaşadan yararlanıp çivilisini "abi bu erkek, daha lezzetli" diye pazarlamaya çalışırlar.

 

Hisarönü körfezinde tuttuğum balığın bilimsel adının Scomberesox saurus olduğunu öğrenince, “turna” mıdır “zurna” mıdır sorununun kendiliğinden çözülmüş olduğunu sanmıştım. Çünkü Scomber uskumrunun, Esox ise bir tatlısu balığı olan turnanın adı olduğuna göre bizim meçhul balığın “uskumru turnası” olduğu ortaya çıkmıştı. Ama bu balık işleri insanın aklını karıştırıp duruyor ya; “turna mı zurna mı” sorunu çözülemedi çünkü saurus sözcüğünün aynı zamanda başka bir balık türünün (Synodus saurus) adında da geçtiği ortaya çıktı; ve, ne yazıktır ki, o balığın Türkçe adı da “zurna”.

 

Dedim ya bu balık adları konusu öyle kolay yenip yutulacak cinsten değil. Artık “turna mıdır zurna mıdır”, varın siz karar verin. Ama lâf aramızda, kimse duymasın, Hisarönü’ndeki o balığın balıkçılar arasındaki yaygın adı “zurna”dır, “uskumru turnası” derseniz kimse anlamaz.

 


Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.