MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ÇEVRECİLERİN ANASI


Ellili yılların başında İstanbul'da deniz kıyısında yaşayan ufak bir çocuk için deniz neydi ki? Üzerinde taş kaydırılan, kıyıdaki ahşap iskelenin ucundan uydurma bir olta ile kaya balığı ya da lapina avlanan, yazın arkadaşların suya itilip şakalaşıldığı, kışın patlayan lodosların gücü karşısında hayrete düşülen bir yer. Mütala (bugün etüt deniyor) salonunda sürveyana çaktırmadan okunan, Aptullah Ziya Kozanoğlu'nun Türk Korsanları romanının doğurduğu kahramanlık düşleri, gece Ülev vapurunun ucundaki ışıldağın aydınlattığı balıkçı kayıklarının merakla izlendiği bir alem. Bugün bile, birçok çocuk için pek farklı değil herhalde deniz.

 

Benim için de deniz öyle bir şeydi. Ta ki lisenin ilk yıllarında fen hocamızın sınıfa bir kitap getirip "bunu da okuyun, ilminiz irfanınız artar" dediği güne kadar. Kitabın adı The Sea Around Us (Çevremizdeki Deniz, 1951, Türkçesi Denizlerin Sırları, çev. Tacettin Saner, 1991) idi. Yeni yeni kavramaya başladığım bu garip dilde, "başlangıçlar hep bulanık olmak eğilimindedir ve yaşamın o büyük anasının, denizin de başlangıcı öyledir" diye başlayan bir kitaptı. Okudukça, beni Bostancı kıyılarından alıp daha uzaklara, enginlere götürmeye başladı. Deniz denen o uçsuz bucaksız okyanusların bir kenarında kalmış, eski ve yorgun bir halicinin uzak bir köşesinde, orta boy bir göl kadar ufak bir su birikintisinin kıyısında yaşayıp da lodos çıktığında sanki dünyanın sonu geliyormuş sandığımı kavrayınca deniz anlayışım biraz değişmeye başladı.

 

 

Çevremizdeki Deniz

 

sau
Çevremizdeki Deniz

"Çevremizdeki Deniz"de anlatılanlar iki milyar yıl öncesinden, yeryüzünün oluşumundan başlıyordu, sonra ayın kopuşunu, suyun, sonra da denizin meydana gelişini anlatıyordu. Denizin yüzündeki rüzgârları, dalgaları, orada yaşayan tekhücrelilerden söz ediyor, sonra karanlık derinliklere dalıyor, suyun altındaki dağları, Everest'ten daha derin okyanus çukurlarını anlatıyordu. "Milyonlarca yıl önce, bir yanardağ Atlantik okyanusunun tabanında bir dağ oluşturdu" diye devam ediyordu:

 

 

Tabanında genişliği yüz mil olan ve deniz yüzeyinin üstüne tırmanan bir kütle yığılana kadar patlamalar birbirini izledi. Sonunda tepesindeki koni, 200 mil karelik bir ada olarak ortaya çıktı. Binlerce yıl geçti, bin binlerce. Zamanla Atlantik'in dalgaları koninin tepesini aşındırdı ve bir sığlığa indirgedi. Ama, hepsini değil, ufak bir parçası suyun üstünde kaldı. İşte bu parçayı bugün biz Bermuda olarak biliyoruz.

 

Kitapta denizlerle ilgili olarak anlatılan o kadar ilginç, o kadar çok, o kadar bilmediğim konu vardı ki, okuduğum her sayfa her satır beni yepyeni alemlere alıp götürüyordu. Delikanlılık heyecanıyla denizbilimcisi olmaya karar verdim ama toplum baskısı ve de örtük aile geleneği beni baba mesleğine yöneltti. Keşke o kadar uyumlu biri olmasaymışım diye düşünüyorum bugün.

 

İşte o zamana kadar bilmediğim ve hayretle okuduğum bir konu:

 

İmgelemimizde en çok canlandırdıklarımız hep görülemeyen şeylerdir, dalgalar da öyledir. Okyanusun en büyük ve huşu uyandıran dalgaları da görünmezler; denizlerin gizli derinlikleri içinde, hantalca ve dinmek bilmeden yuvarlanarak, esrarlı rotalarda seyrederler. ... Yüzey dalgalarının gemileri sallaması gibi, derin suların içinde denizaltıları ordan oraya savururlar. Golfstrim ya da diğer büyük akıntılara rastladıklarında, yüzeyde gelgite ya da akıntıya karşı gelen dalgaların çatlaması gibi çatlarlar. ... İçerdikleri su kütleleri düşünülemeyecek kadar çoktur, bazılarının yüksekliği 100 metre bile olabilir.

 

Kitabın birinci ana bölümü "Deniz Ana", başlangıçları, karanlık suları, deniz tabanının çukurlarını, sıradağlarını, sürekli yağmur gibi yağan maddelerle biriken katmanları, eski denizlerin biçimini konu ediyordu. İkinci bölüm "Huzursuz Deniz" ise, rüzgârları, dalgaları, gelgiti anlatıyordu. Çeşitli öykülerle süslenmiş olan bu kitabı, kişisel merakla okunan herhangi bir popüler bilim kitabını okuyormuş gibi okuyordum.

 

Ama üçüncü ana bölüme gelince işin rengi değişti. Adı "İnsan ve Çevresindeki Deniz" idi. Sanki o sırada okuldaki derslere bir yenileri eklenmiş de onların kitaplarını çalışıyormuş sandım kendimi. Birinci ders "Küresel Termostat" meteoroloji dersi: Okyanusun, dünyamızın ve çeşitli bölgelerinin iklimlerini nasıl belirlediğini, nasıl denetlediğini anlatıyordu. Akıntıların, ısıyı nasıl dünyanın bir köşesinden, diğer köşelerine taşıdığını ve böylece, yalnızca çok sınırlı, ancak 15 ilâ 20 derece bir sıcaklık aralığı içinde varolabilen bizler için gerekli ortamı nasıl yarattığını açıklıyordu. "Çünkü" diyordu "yeryüzü için okyanus büyük bir düzenleyici, sıcaklıkların en önemli dengeleyicisidir. Fazla güneşlenme olan mevsimlerde, hesaplara enerjinin yatırıldığı ve gereksinim duyulduğunda ise çekildiği bir güneş enerjisi bankası gibidir. Okyanuslar olmasaydı, dünyamız düşünelimeyecek düzeyde sıcaklara ya da soğuklara maruz kalırdı."

 

İkinci ders kimya, "Tuzlu Denizlerden Gelen Zenginlik." Bir mil küp suyun içinde 166 milyon ton miktarında çeşitli eriyik tuzlar (bu arada da ellilerin parasıyla 93 milyon dolar değerinde altın) bulunduğunu ve onların çeşitliliğini anlatıyordu. Denizdeki kabukluların kireç bileşiklerini, tekhücrelilerin silikon bileşliklerini nasıl ayırıp kullandığını, bizim ise bu işte ne kadar zorlandığımızı konu ediyordu.

 

Son ders ise tarih dersiydi. "Sarmalayan Deniz", adını vaktiyle karaları sarmaladığı düşünülen, öbür kıyısına ulaşıldığında yokolup gidileneceği sanılan karanlık, sonsuz denizden almıştı. O denizin zamanla nasıl adım adım keşfedildiğini, bu keşiflere girişen denizcilerin cesaretini anlatıyordu: "İşte böylece, uzun yüzyıllar boyunca girişilen seyahatlerle, Karanlıklar Denizinin yüzündeki sis kaltı ve meçhul yerlerin korkutucu bilinmezliği yavaş yavaş kayboldu. Bunu nasıl becerdiler bu ilk seyyahlar? En basit seyir araçları bile olmayan, hiçbir zaman bir harita görmemiş olan, herhalde çağımızın loran, radar ve sonar gibi mucizelerini inanılamayacak fanteziler olarak görecek olan bu insanlar. Denizci pusulasını ilk kullanan kimdi? Bugün hiç düşünmeden kabullendiğimiz haritaların ve deniz kılavuzlarının ilk öncülleri neydi? Bu soruların hiçbirini kesinlikle yanıtlamamız mümkün değildir. Yalnızca biraz daha bilmemizi gerektirecek kadarını biliyoruz."

 

Kitabın yazarı Amerikan balıkçılık idaresinde çalışan bir deniz biyologu idi. Rachel Louise Carson (1907-1964, bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/

Rachel_Carson) bir bilim kadınıydı ama daha çok doğayla ilgili kitaplar kaleme almış olan bir yazar tanınmıştı. Hep yazar olmak istemiş ve on yaşında yazı yazmaya başlamıştı, fakat kaderi ve yaşamındaki çeşitli olaylar onu balıkçılık idaresinde biyolog ve editör olarak görev almaya götürmüştü. Yazmayı bırakmamış, bilimsel yazıları yanında esas olarak tanındığı kitapları kaleme almıştı. Hiç evlenmemişti, çocuğu yoktu ama yazgısı yine de onu bir ana yapmıştı.

 

 

Meltemin Altında

 

Düşünce gelenekleri köklü olan toplumların "kültürel ortadirek" niteliğinde dergileri vardır; o toplumun aydınlarının, yazarlarının, etkili düşünürlerinin fikirlerini yayımlarlar. Amerika'nın da bu nitelikteki bir yayını olan The Atlantic, 1857 yılında Boston'da yayıma başlamış olup (ne yazık ki siyasi içeriği artmış olarak) günümüzde de devam etmektedir. Kuruluş yıllarında Ralph Waldo Emerson gibi Amerikan felsefecilerinin, Henry Wadsworth Longfellow gibi şairlerin eserlerini basan dergi, o zamanki adıyla Atlantic Monthly dergisi, 1937 yılında Rachel Carson'un "Undersea" (denizaltı) başlıklı bir makalesini yayımlar. Hem bilgi içeriği hem de edebi dili zengin olan bu yazısıyla diğer yayımcıların dikkatini çeken Carson, sonunda o yazıdaki içeriği genişleterek, ilk kitabı olan Under the Sea Wind (Meltemin Altında, 1941, New York: New American Library, 1962) adlı romanını yayımlar.

 

Hem makalesinde hem de romanında, Carson, denizin dünyasını, bilim diline pek aşina olmayanlara açma amacını güder. Denizin ve sakinlerinin güzelliklerini ve uyandırdığı hayreti, yeryüzünün bu keşfedilmemiş ve gizemli bölgesini anlatma çabasına girişir. "Vahşi doğa" denince bir çoklarımızın gözü önüne erişilmez zirveler, gürleyen ırmaklar, derin vadiler, göğe merdiven dayamış ağaçlar ve birbirini parçalayıp yiyen yaratıklar gelir. Carson'un vahşi doğasını ise derin, karanlık sular, köpüren dalgalar, suyun üstünde uçan ve içinde yüzen, dalan, ama yine de birbirini parçalayıp yiyen yaratıklar oluşturur.

 

"Meltemin Altında", roman olmasına romandır ama bildiğimiz romanlardan değildir. Bir kere kahramanları farklıdır; sevinç duyan kuşlardır, korkudan bir köşeye sinen balıklardır, huzursuz dünyalarının tek sağlam gerçeği olarak bir okyanus ağına yapışan tekhücreliler ve diğer deniz yaratıklarıdır. Aslında, romanın ana kişileri onlar da değildir, perdenin arkasındaki denizdir. Anlatılan öykü ise, denizin üstünde ve altındaki yaşamın dokusunu oluşturan canlıların kaderini, okyanusun nasıl belirlediğidir.

 

Hasat vakti, dolunayın bembeyaz bir balon gibi gökyüzünde seyrettiği bir gece, ay dolgunlaştıkça güçlenmiş olan gelgit, girişteki kumsalın ağzında bir hendek oymaya başladı. Kumsalın arkasında kalan uyuşuk gölcük, ancak bu kabarık gelgit döneminde okyanustan su alabiliyordu. Dalgaların saldırısı, kumsaldaki gevşek kumu emerek çeken orkoz, kumsalda zayıf bir yer bulmuşlardı. Balıkçı kayığının ana rıhtımdan banka ulaşabileceği kadar kısa bir süre içinde, gölcüğe yol veren dar bir hendek açılmıştı bile. Karşıdan karşıya beş adım dahi değildi. Dalgalar kumsalda çatladıkça, deniz bu darboğaza doluyor, bir değirmen savağından akan su gibi kabarıyor, kaynaşıyor, köpürüyor ve ıslık çalıyordu. ... Dalgalar gölcüğe dolmaya başladı, kamışların ve kızarmakta olan rezenelerin gövdeleri arasından, gizlice ve sessizce bataklığa doğru yayıldı.

 

Romanın üç kahramanından birincisi Rhynchops adında bir kuş. Gerçekte bu ad, cinsinin bilimsel adı. Carson onun öyküsünü anlatırken, kıyıları süpüren ve yıkayan gelgiti, boğazda yaşayan balıkçılı, dalyancılar ile geceleri kaçak ağ atan balıkçıların çatışmasını, baharın gelmesiyle Kuzey Denizi'nin kıyılarına göç eden kumkuşlarını, yazın tundra kıyılarının canlanışını, güz vakti kuşların ve balıkların sıcak yerlere göçüşünü anlatıyor. İşte Rhynchops'la tanıştığımız ortam şöyle bir yer:

 

Ada, boğazın üstünden hızla yayılmakta olan koyu bir gölgenin içinde kalmıştı. Batı kıyısındaki dar kumsalın ıslak kumu, kumsaldan ufka kadar uzanmış ve parlak bir yol açmış olan donuk yansımanın aynısına bürünmüştü. Hem su hem de kum, gümüş parıltılarıyla örtülmüş çelik rengindeydi, denizin nerede bitip karanın nerede başladığını söylemek zordu. ... Alaca karanlıkta, garip bir kuş, açıkta yuvasının bulunduğu banktan kalkarak adaya geldi. Kanatları kapkaraydı ve bir ucundan öbür ucuna boyları, kollarını açmış bir adamınkinden az değildi. Boğazın üzerinde, acele etmeden, salınmadan uçuyordu. Yavaşça, parlak su yolunu solduran gölgeler gibi kararlı ve anlamlı olarak ilerliyordu. Adı Rhynchops idi, kara makasgaga.

 

Romanın bir diğer kahramanı uskumru Scomber'dir. Carson, onun öyküsüyle okyanusta göçebe hayatı yaşayan varlıkları anlatır. Tekhücrelilerle beslenenleri, büklerde ve limanlardaki canlı hayatı, açıklardaki fırtınalarda çırpınan, okyanus akıntılarıyla ordan oraya taşınanları konu eder.

 

Güneş Yengeç burcuna girdiğinde, Scomber, New England'ın uskumru sularına ulaştı ve Temmuz ayının ilk canlı kabarması ile karadan uzanan bir dilin denizden koruduğu ufak bir limana vardı. Güneyden, millerce uzaktan rüzgâr ve akıntılarla çaresiz bir kurtçuk olarak sürüklenmiş ve sonunda genç bir uskumrunun hakketiği baba evine dönmüştü. ... Yaşamının üçüncü ayındaydı ve boyu üç parmağı ancak geçmişti. Ergin uskumruların deniz giysilerini kuşanmıştı: gövdesi pullarla kaplıydı ama pullar o kadar ince ve ufaktı ki dokunulduğunda ele kadife gibi geliyordu. Sırtı koyu mavi yeşil, Scomber'in henüz görmediği derin denizlerin renginde idi. Mavi yeşil sırtının üstünde, sırt yüzgecinden böğrünün ortasına doğru mürekkep karası, dalgalı şeritler uzanıyordu. Karnının altı gümüş gibi parlıyor, suyun hemen altında yüzerken güneş vurduğunda alkımın binbir rengi ile ışıldıyordu.

 

Romanın üçüncü bölümü ise Sargasso Denizi'nde doğup büyüyen ve Avrupa ile Amerika kıyılarındaki ırmakların 200 mil içerilerinde yaşayan yılanbalıklarından biri, Anguilla'nın öyküsü. Yılanbalıklarının akıl almaz yaşamlarını şöyle anlatıyor Carson:

 

Bermuda'nın güneyindeki çukur, Atlantik'in doğu ve batı kıyılarından gelen yılanbalıklarının toplanma yeridir. Hem yeteri kadar derin hem de yeteri kadar sıcak olduğundan, yılanbalıklarının yumurtalarını dökmek için gerek duydukları koşulları sağlar. Böylece, yılda bir kez Avrupa'nın ergin yılanbalıkları okyanusu geçmek üzere üç dört bin millik bir yolculuğa çıkarlar. Ve yılda bir kez, doğu Amerika'nın yılanbalıkları, sanki onları karşılamak üzere yola koyululurlar. Sürüklenen yosunlarının oluşturduğu Sargasso denizinin batı kıyılarında karşılaşır ve kaynaşırlar. Böylece bu geniş üreme alanlanın ortalarında, iki türün yumurtaları ve yavruları yanyana yüzer ve sürüklenir. Bu yılanbalıkları görünüşte birbirlerine o kadar benzer ki, birbirlerinden ancak kılçıklarını dikkatle sayarak ve belkemiklerinin yanındaki kasları inceleyerek ayırt edilebilirsiniz. Ama kurtçuk dönemlerinin sonunda bazıları Amerika kıyılarına doğru yola çıkar, diğerleriyse Avrupa kıyılarına. Herbiri ne yanlış kıtaya doğru yüzer, ne de yolunu kaybeder.

 

Aslında Carson, "Meltemin Altında"da anlattıklarının özetini şu tek tümcesi ile de dile getiriyor: "Denizde hiçbirşey kaybolmaz. Yaşamın değerli öğeleri dönemden döneme, nesilden nesile aktarıldıkça, birileri ölür, başkaları yaşar."

 

 

Denizin Kıyısı

 

"Çevremizdeki Deniz" ve "Meltemin Altında"da, Carson, okyanusları, atmosferi, denizlerin altındaki dağları, gün be gün devinip duran dev okyanus akıntılarını, üstümüzde koşuşup duran bulutları, rüzgârları, meltemin altında uçuşan kuşları, akıntılarla oradan oraya sürüklenen balıkları anlatıyordu, ama aklında ve kalbinin derinliklerinde bulunan yer "bambaşka bir dünya" dediği deniz kıyısı, gelgitin altında ve arkasında kalan su birikintileri ve orada yaşayan sonsuz sayıdaki yaratıklardı. 1955 yılında yayımladığı The Edge of the Sea (Denizin Kıyısı, New York: Mariner Books, 1998) adlı eseri denizle karanın birleştiği bölgeyi şöyle anlatmaya başlıyor:

 

Denizin kıyısı garip ama güzel bir yerdir. Yeryüzünün uzun tarihi boyunca, dalgaların karaların üzerine saldırdığı ve çatladığı, gelgitin kıtaların üzerine yayıldığı, sonra çekildiği ama hep geri döndüğü, huzursuz bir yer bölge olmuştur. Kıyının çizgisi, bir günden bir güne aynı kalmaz. Deniz, yalnızca gelgitin sonsuz dizemiyle kabarıp alçalmaz, denizin yüksekliği de hiçbir zaman hareketsiz değildir. Buzullar eridikçe ya da büyüdükçe, derin okyanus havzalarının tabanı çökeltilerin ağırlığı altında oynadıkça, ya da yeryüzü kabuğunun gerilimlere uyum sağlaması üzerine kıta sınırları yukarı ve aşağı için çarpıldıkça, deniz de yükselir ve alçalır. Bugün, karanın biraz daha fazlası denize katılır, yarın biraz daha azı. Denizin kıyısı hep tanımsız ve kolayca anlaşılmayan bir sınır olarak kalır.

 

Kekamozlar, kaya yosunları, midyeler, deniz yıldızları, şeytan minareleri, yengeçler. Carson, Amerika'nın doğu kıyılarında Florida adalarından Maine körfezine kadar olan gelgit bölgelerinde yaşayan canlıları ve onların yaşamını anlatıyor. Bizim de kendi kıyılarımızda bakıp da göremediğimiz yaşamı, örneğin bir kıyı bataklığını:


Sığlığın kara yönündeki sınırı, kumul otların derin kökleriyle sıkı sıkı yerinede tutulan kumdan bir sırt. Çamurlu kumsalın bataklık tarafına bakan yönü, binlerce kemancı yengecin oyuklarıyla delik deşik. Davetsiz bir misafir yaklaştığı zaman, yengeçler düzlüğün üzerinde ayaklarını sürüyüp kaçıştıkça, kitinli birçok minik ayağın çıkardığı ses, buruşturulmakta olan bir kağıdı andırıyor. Gelgitin tümüyle çekilmesine bir ya da iki saat var. Güneşte donuk olarak titreyen bir su tabakası görüyor insan yalnızca.


Carson, bataklığa doku, derinlik, hareket, ses ve renk, böylece bir değer kazandırıyor. Birkaç satırda kıyının büyüsünü yakalayıp bize sunuyor. Bu tür nesrin insana verdiği ilhamla kim gidip de denizin kıyısını görmek istemez, kim bakmak, izlemek, dinlemek, koklamak, duymak ve anlamak istemez?

 

Kayaları dayanıklılığın simgesi olarak düşünürüz hep, ama en katı kaya bile parçalanır ve yağmurun, donun ya da çatlayan dalgaların saldırısıyla aşınır. Ama bir kum taneciği nerdeyse yok edilemez. Dalgaların en son ürünüdür, yıllar boyu sürmüş bir öğütmenin, bir parlatmanın arkasından kalan katı bir mineral parçacığı. Aralarında az bir boşluk olan ufacık, ıslak kum tanelerinin çevresinde yüzey gerilimiyle yapışmış bir su zarı vardır. Bu zarın bir tampon görevi görmesi sonucu daha fazla aşınma olmaz. Çatlakların darbeleri bile bir kum taneciğinin bir diğerine sürtünmesine yol açamaz. ... Gelgitin olduğu dünyada, kum taneciklerinin bu minik dünyası, aynı zamanda, balıkların dünyayı kaplayan okyanuslarda yüzmesi gibi kum taneciğinin etrafındaki zarın içinde yüzen, inanılamayacak kadar ufak yaratıkların dünyasıdır. Bu kılcal zarın direyi ve biteyi arasında su bitleri, karides benzeri kabuklular, böcekler, sonsuz ufak kurtların larvaları gibi tek hücreli hayvanlar ve bitkiler yaşar. İnsan duyularının ölçeğini algılayamayacağı kadar ufak bu dünyada doğan, yaşayan ve ölen, yüzen, beslenen, soluyan, üreyen bu varlıklar için, bir kum taneciğini bir diğerinden ayıran bu minik su damlası, sonsuz ve karanlık bir deniz gibidir.

 

Çok yazıktır ki ne "Meltemin Altında" ne de "Denizin Kıyısı" dilimize çevrilmiş. Günün birinde belki hamiyetperver ve denizsever bir vatandaş cesaret edip o işe girişir ve dilimize hem içerdiği bilgiler hem de anlatımı açısınan evrensel deniz kültürü ve edebiyatının bu iki incisini okuyabilme olanağını kazandırır.

 

1941 yılında yayımlandığında "Meltemin Altında", Pearl Harbor baskını üzerine ABD'nin harbe girme hengâmesi arasında kaynayıp gitmiş ve topu topu 1.600 adet satılabilmişti. Denizle ilgili diğer kitaplarının da çok satanlar listesinde yukarılara tırmandığı pek söylenemez. Ama, 1962 yılında yazdığı ve doğaya saçılan koruma ilaçlarının, özellikle de DDT'nin yol açtığı doğa tahribatını açıkladığı Silent Spring (Sessiz Bahar, çev. Çağatay Güler, İstanbul: Palme Yayınları, 2004) adlı kitabı üzerine Amerika'da ve dünyada yer yerinden oynadı. O gündür bu gündür, günümüzde gittikçe yaygınlaşan çevre bilinci hareketini başlatan kişinin aslında Rachel Carson olduğu, "çevrecilerin anası" denince akla hemen onun adının geldiği söylenir. Ama o başka bir hikâye, belki birgün onu da anlatan olur!

 

Ömrünün sonuna doğru Carson, denizin güzellik, hırçınlık ve gizemleriyle dolu dolu yaşayanların hem yanlız olmadıkları hem de yaşamdan hiç bıkmayacakları yönündeki inancını yazmaya koyuldu ama kitabı ancak ölümünden sonra yayımlanabildi. The Sense of Wonder (Hayret Duygusu, 1965, New York: Harper Collins, 1989) adlı bu eserinde, "çevrecilerin anası", çocukların (ve de erişkinlerin) gözlerini ve gönüllerini doğanın mucizelerine açmaları gerektiğini söylüyor ve şöyle diyordu: "Eğer bir çocuk, doğuştan sahip olduğu hayret duygusunu korumaya devam edecekse, en az bir erişkinin dostluğuna gerek duyar; içinde yaşadığımız dünyanın gizemini, heyecanını ve neşesini onunla paylaşacak birine."

 

İşte, çocukluğunda olmasa bile delikanlılık yıllarımda, bana da bu gizemi ve neşesini gösterip heyecanımı paylaşan Carson olmuştu. Darısı başka çocukların başına!

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.