MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



ECELER


 

Ece

Geçtiğimiz Cumartesi günü sezonun ilk yarışı vardı. Çocuklar katılıyormuş, beni zorladılar, “hadi sen de gel” diye. Dizlerim ağrıyordu, ama hem kıramadım. Hem de o tatlı deniz tutkusu, yok yok tutku değil esareti yok mu, dayanamadım, gittim.

 

Hava sümbülî, ha yağdı ha yağacak. Kırk elli yat renkli yelkenleri, üstlerinde rengârenk yağmurluklarını giymiş üçyüz kadar insan ile denizin orta yerinde, direklerine çeşitli flamalar çekilmiş bir teknenin civarında dolanıp duruyor. Herkesin gözü birbirinin üstünde, acaba nasıl start edecekler diye. Benim de gözüm Ece yatındakilere takıldı. Eceler bizim kulübün en ilginç ekiplerinden biridir; ekipteki herkes akrabadır. Baktım Ecedede, oğulları, kızları, damatları, gelinleri ve torunları harıl harıl, yarışa önde ve temiz rüzgârla başlayabilmek için şevkle çalışıyorlardı. Hepsinde aynı heyecan, aynı birliktelik duygusu görülüyor, birlikte olmaktan, sevdikleri bir işi yapmaktan duydukları mutluluk yüzlerinden okunuyordu. Başarı duygusunu hep beraber paylaşmaktan kıvanç duyacakları da hissolunuyordu. “Başka bir spor varmıdır ki” diye sordum bizimkilere “aynı anda hem dede, hem çocukları hem de torunları hep birlikte aynı heyecanla yarışabilsinler?”

 

Ecededeyi çocukluğundan beri tanırım. Cadıbostanı’nda deniz kıyısında ahşap bir köşkleri vardı, mahallede meraklılardan biri olduğum için beni de denizdaşı edinmişti. İki şambriyelin üstüne bir iki tahta oturtmuş, bir de annemin eski bir havlusunu yürütüp yelken yapmıştık. “Kıçımızın ıslanması”, yani deniz tutkunluğumuz işte öyle başladı. Ecededenin babası balığa meraklıydı. Yalılarının iskelesine bağladığı bir sandalı vardı; sabah erkenden bir kırlangıcın peşine düşer, yakalayana kadar gezinip dururdu. Bizim “kotra”mızı görünce acımış olsa gerek, sandalına bir yelken takmamıza izin verdi. O gündür bu gündür, ne Ecedede ne de ben yelken aleminden kopabilmişizdir.

 

Sandalla dolanırken hep Moda koyundaki yarış yelkenlilere imrenirdik. Ecedede’nin yarışa tutkusu işte o zaman doğdu, mecnunlar gibi yarışa aşık oldu. Önceleri kendine bir Finn edindi elden düşme olarak. Adını da Ece koymuştu. O zamanlar neden öyle koyduğunu hiç sormamıştım, herhalde soyadından dolayıdır demiştim kendi kendime.

 

Finn o günlerde ortalığa yeni yeni çıkıyordu. Tek kişilik bir yarış teknesi idi. Tam da Ecedede’nin iri cüssesine denk düşmüştü, çünkü kocaman yelkeni ile sporcuda beden gücünün ve atikliğin en üst düzeyini gerektiren bir tekne idi. Ama yalnız beden yetenekleri yeterli mi yelken için? Tabii ki hayır. Yelken sporcusu bir kere denizi avcunun içi gibi bilecek, en hafif sesini, en ufak ürpermesini duyacak. Rüzgarı okuyabilecek, hem direğinin tepesindeki pinelden, hem meteorolojik haritalardan hem de yüzünde hissettiği esintiden. Gelgiti anlayacak, akıntıyı anlayacak şamadıranın yana yatmasından. Dağların tepelerin rüzgâra etkisini görecek. Rüzgârın yelkenin üzerinden akışını, etkisini kavrayacak ki yelkenine sürekli en uygun biçimi verebilsin. Hele o cilt cilt yarış kuralları yok mu? Onları en küçük ayrıntısına kadar belleğine nakşedecek. Düşünün ki şamandırayı dönmek üzere belki on tekne aynı anda aynı noktaya doğru geliyor. Ha çarpıştı ha çarpışacaklar. Herkeste gerilim son noktada, adrenalin deli gibi pompalanıyor. İşte o anda doğru kararları anında verebilmesi gerek protesto yememek için.

 

Ecedede Finn’de epey başarılı oldu. Bir sürü yarış kazandı, milli takıma seçilip olimpiyatlara bile gitti. Ama çok şanssızdı, çünkü o yıllarda Finn’de yarışan bir yıldız vardı ki şimdiye kadar öylesi bir daha görülmedi. Danimarkalı Finn yelkencisi Paul Elvström günümüze kadar tüm spor dallarında en çok olimpiyata katılmış olan sporcudur. Sekiz olimpiyata katılmış, yani aynı sporu 28 yıl olimpik düzeyde yapmış ve aynı dalda arka arkaya dört kere altın madalya almıştır ki bu başarıyı başka kimse gösterememiştir. Bunda yelken sporunun şu özelliğinin payı büyüktür: Yıllar geçer ama yelkencilik geçmez.

 

Eceoğullar, Ecekızlar, damatlar, gelinler hep yarışçı oldular. Bu yarış tutkusu insanın kanına bir girdi mi, bir daha iflâh olmaz. Eceoğul ile Ecedamat bugünlerde her gece bilgisayarlarının başına oturup Volvo okyanus yarışında son durum nedir diye bakıyorlar. O da nedir derseniz, sekiz yat dünyanın etrafında yarışıyor. Yarış Eylülde başladı, Haziranda sona erecek. Hele o Auckland-Rio etabı yok muydu, teknedekiler kadar Ecelerin de yürekleri ağızlarına geldi. Şöyle düşünün, ortalama sıcaklık gündüzleri sıfır, geceleri eksi 2 derece. Deniz suyunun sıcaklığı iki derece. Sürekli dalga aşıyor bordadan, tekneden bir düşsen ve hemen kurtarılamazsan en iyisinden onbeş dakika ancak yaşarsın. Üstelik etraf buzdağı dolu, su altında olan uzantılarını da görmek mümkün değil çoğu zaman. İki hafta sürekli fırtına, sürekli endişe, sürekli soğuk, sürekli korku. Yatlardan biri buzdağına çarptı, dümeni koptu. Bir diğerinin direği kırıldı, ama ikisi de yarışa devam ettiler, o etabı kazanma şansları kalmamasına rağmen. “Böyle bir işe girmek için insanın deli olması gerekir” diyorsanız, bana göre de öyle. Ama öyle bir tutkudur ki bu yelken yarışı, dünyanın her yerinden binlerce yelkenci bu 100 kadar yarışçının arasına katılabilmek için neleri neleri göze alıyor. Sonunda katılabilenler güney okyanusu etabına geldiklerinde “Allah korusun, bir daha bu okyanusa gelirsem!” deseler de dört yıl sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi yine aynı kapının önündeler.

 

Ecetorunların en küçüğü şimdi sekiz yaşında. Ecedede geçen gün bana bir resmini gösterdi, bebekken anasının kucağında yeke tutarken. Nerdeyse anasının karnındayken yelkenci olmuş. Ama bu işi hakkıyla öğrensin diye geçtiğimiz yaz canyeleğini giydirdiler, boynuna da bir düdük takıp kulübün Optimist kursuna verdiler. O da yarışçı Ece aşiretine katılma yoluna girdi böylece.

 

Ben, Ecedede ve aşireti kadar yarışa meraklı olmadım hiçbir zaman. Benim için yelken demek, ya yalnız ya da hanım ve çocuklarla birlikte geziye çıkmak, martılarla, yelkovan kuşlarıyla, yunuslarla oynaşmak, teknemin çevresindeki ve altındaki zengin yaşamla bir olduğumu hissetmek, doğanın bize hediye ettiği firuze lacivert koylara girip demirlemek, güneşin ufukta yavaş yavaş kayboluşuna sonra da karanlık gecelerde parıldayan yıldızlara dalmak, sessizliğin güzelliğini duymak oldu. Ama bu işin görünen keyifli tarafı. Bir de güneşli, fırışka havalarda olduğu kadar siste, fırtınada batmadan, kayalara çıkmadan, başka teknelerle çatışmadan oralara gelebilmek gerek. Hidrografik haritaları okuyabileceksin, denizdeki konumunu saptayabileceksin, iskandili, deniz telsizini ve elektronik seyir araçlarını kullanabileceksin. Gerçi hep yelkenle gidersin ama bir de motorun vardır gerektiğinde kullanmak üzere. Bozulursa denizin ortasında ne çekici bulunur ne de tamirci. Onu da kendin tamir etmeyi bileceksin. Ama, ayıptır söylemesi, tüm bunları yapabildiğin için de hem gururlanacaksın hem keyifleneceksin.

 

Ecedede emekli olunca yarış onun için önemini biraz kaybetti. Şimdi zamanının önemli bir bölümünü gezi teknesinde geçiriyor. Ecenine’yi kandırabilirse bazan haftalık, bazan da, örneğin yazın, aylık gezilere çıkıyorlar. Geçen yaz ailecek İstanbul’dan yola çıkıp gezine gezine güneye indiler. Bozcaada’da bağlanıp da kıyıdaki lokantalardan birinde balık yerken bir İngiliz çiftle tanışmışlar, meğer yanlarında bağlı olan yat onlarınmış. Adam emekli bir avukat, karısı da öğretmenlikten emekli. Dört senedir Türkiye’ye gelip yılın sekiz ayını bizim kıyılarımızda dolaşarak geçiriyorlarmış. Kışın da tekneyi Kuşadası’na bağlayarak İngiltere’ye geri dönüyorlarmış. Onlar gibi, dünyada herşeyi bırakıp yaşamlarını yelkenlilerinde sürdüren o kadar çok insan var ki. İşte denizin, yelkenin bu çağrısı, bu tutkusudur Sadun Boro ve Osman Atasoy gibilerini eşleriyle birlikte yıllar boyunca dünyanın çevresinde seyretmeye çeken.

 

İstanbul’a geri tırmanma vakti geldiğinde, teknede, işi gücü, okulu, sınavı olmayan yalnız Ecedede ile krizzede olan büyük Ecetorun kalmış. Geçenlerde kulüpte sohbet ederken Ecedede bu dönüşlerini anlatıyordu. “Sorma” dedi “şu gece seyri yok mu, her tür yorgunluğa değiyor doğrusu. Dolunaylı, ama hafif bulutlu bir gece, Şarköy’den Silivri’ye doğru seyrediyoruz. Torun yattı uyudu, dümeni bana bıraktı. Bir yandan gelenin gidenin fenerlerini kolluyorum, bir yandan da tülayı ve mehtabı seyrediyorum. Dünya o kadar sessizdi ki yalnız baş bodoslamanın suyu yarması duyuluyordu. Birden arkamda huf diye bir ses işittim. On oniki yunustan oluşan bir sürü yanıma gelip çevremde oynaşmaya başladı. Tam bordamda sudan fırlıyorlar, karınlarını bana gösterip, pat diye sırtüstü mehtabın içine düşüyorlar. Derken, çarpacakmış gibi teknenin altına dalıyorlar, yakamozdan izlerini görüyorum. En az yarım saat kadar çevremde, altımda gezinip oynayıp durdular. Sonra birden çekip gittiler. Herhalde bir daha bu kadar neşeli bir yunus sürüsü göremem hiç.”

 

Yarışın başlamasına daha beş dakika vardı. Ece yatına bakıp düşündüm ki, yıllar boyunca, Ecelerin çeşitli yarış tekneleri ve gezi yatları oldu. Hepsinin de adını Ece koydular. “Eceler neden teknelerine hep Ece adını veriyorlar” diye sordum kendime. Gençliğimde sandığım gibi soyadlarından dolayı olamaz diye düşündüm, çünkü onlar da tüm yelkenciler gibi alçak gönüllü, kendilerini olur olmaz öne sürmek istemeyen insanlardır. “Olsa olsa” dedim “yelkene olan sevgilerindendir, tutkularındandır.”

 

Çünkü yelken, sporların ecesidir.

 

  Deniz Kültürümüzden sayfasına dönmek için tıklayınız.