MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



MEMLEKETİMDEN KIYI MANZARALARI


 

Bu yıl da yine nasip oldu; Ege kıyılarımızda Çeşme'den Turgutreis'e kadar ufak bir gezi yaptık. Meltem bazan nazlı nazlı esti, ufak ufak yol verdi Çilingoz'a. Bazan ise yandı; güneşle elele verip yakıp kavurdular hepimizi. Makine de sıcaktan bezmiş, kaprisini yapmazsa olur mu hiç? Canımızı sıktı ama, kişilikli bir makine ne de olsa, yolda bırakmadı.

 

Koylarda demirledik, güneşin batışını ayın doğuşunu seyredip rakıları içtik, falan filân. Sanarsın ki keyfimiz bin beş yüz; ama hiç de öyle değil! Rakılar öyle keyiflenme rakıları olmadı; efkârlanma, hüzünlenme, hayıflanma rakıları oldu. Günden güne çürüyen, kokuşan doğamızı, günden güne bozulan yaşantımızı, kültürümüzü tekrar tekrar gözledik kıyılarımızda; her bir burnun arkasındaki bükte, her bir barınakta, her bir koyda.

 

 

Üç Kuruşluk Şamandıra

 

Ildır körfezinde Kalaytaş burnu. Kamaralı, ahşap bir gezi teknesi; tentesi yepyeni, paslanmaz vardaveleleri yeni temizlenmiş, pırıl pırıl. Kimbilir sahibi ne hayallerle, ne ümitlerle, ne fedakârlıklarla yaptırmış; denize indiğinde kimbilir nasıl heyecanlanmış, sevinmiş, gözleri çakmak çakmak ışıldamış. Burunun açığındaki kayalara çatmış, karinası delinmiş. Ama kayalara oturduğu için batmamış. Sancağa doğru bayılmış, zavallı ve aciz bir durumda dalgaların vurup kendini paramparça etmesini bekliyor.

 

Kalayaş Burnu

Geceleyin kayalara çatmış; kimbilir belki kaptanı yoktu, belki kaptanı kafayı çekmişti, belki de haritası yoktu. Ama daha önemlisi kayaların üstünde ne bir alâmet var ne de bir fener. Kıyılarımızda böyle kayalık çok; ya suyun hemen üstünde ya da bir iki metre altında. Kılavuz kitapları, bu kayalardan söz edereken, kaderimizi dalgaların insafına bırakıyor, "deniz varsa gündüzleri üzerinde dalgalar çatlar" diye. Geceleri ise işimiz Allaha kalmış. İşte Müsellim boğazında Müsellim kayası, işte Eğriliman'ın önünde Denizgiren kayaları, işte Kuşadası'nın önünde Yalancı burun kayası, Karakeçi sığlığı, işte Güllük körfezinde İsabel kayası, işte Hüseyin burununda Bekçi kayası ve işte de işte, yazmakla bitmez. Açın bir Ege haritasını, bir komşumuzun kıyılarındaki fenerlerin zenginliğine bakın, bir de bizim kıyılarımızın fakirliğinle kıyaslayın.

 

Bu kayalara, balık çiftliklerinin sınırlarını belirleyen ya da balıkçı ağlarınının ucunu işaretleyen ışıklı şamandıralara benzer birer şamandıra koymak için G-8 ülkesi mi olmak gerek? Tabii ki hayır! Yalnızca on gram denizcilik kültürü edinip denizlerimizde gezen insanlarımıza yüz gram ilgi ve saygı göstermek yeter herhalde. Teknelerden alınan motorlu taşıtlar vergisinin faizinin faizini bile bu işe ayırsak, kayalarımız pırıl pırıl olmaz mı?

 

 

Denizdeki Karayolu

 

Kuşadası körfezinde Özdere kıyılarının açığı. Denizin üstünde Sıçan adasından Kuşadası’na doğru uzanan bir karayolu. Önümüzde bir motoryat, gazlamış gidiyor. Çevresindeki su, sintinesini boşaltmış olan birinin basmış pis, ama tatlı su olduğu için, ayna gibi kırışıksız. Teknenin pervanesi dümen suyunu karıştırınca denizin yüzü asfalt gibi kararıyor. Baş bodoslamasından fışkıran bıyıklar yolun beyaz şeritlerini çiziyor, sudaki deterjanı köpürterek. Şeritler uzayıp gidiyor teknenin arkasında. Yolun sağında Coca-Cola, Fanta, Ice-Tea tenekelerinin oluşturduğu kırmızı kedigözleri, solunda ise yüzen güneş yağı, Vim, Cif kutularından oluşmuş beyaz kedigözleri. İki litrelik gazoz şiseleri ve pet su şişelerinden oluşan kilometre taşları. Tüm karayollarımızda olduğu gibi bu yolun da kenarları envaî çeşit pislik, plastik poşetler, bira tenekeleri, çöp torbaları, karpuz kabukları ile dolu. Her nasılsa, karada dağı taşı sarmış olan reklam panoları eksik bir tek. Artık denize de alışmaya başladığımızın kanıtı bu yol; karayolu mezbeleliklerini denize de taşımaya başardık böylece.

 

 

Kurukayısı Bükü

 

Güllük körfezinde Fevzipaşa'nın hemen doğusunda Kuruerik bükü. Kuzey yakasında havuz gibi şirin, doğal bir liman: Dalyan koyu. Kıble ve keşişleme dışında her tür havaya kapalı bir barınak. Kıyısının bir bölümü kumsal, çoluk çocuk denize girenler, sevinçle bağrışıp çağrışanlar. Olağan yaz günü görüntüleri: Didim'den gelmiş günübirlik gezi motorları, her birinden ayrı bir oyun havası, güvertelerinde göbek atanlar. Kıyıdan hoparlörle bağıra çağıra anonslar, bu günlere özgü bir kakafoni. Izgara köfte, sucuk kokuları, suda yüzen karpuz kabukları.


Büke girmek üzere Kırık burunundaki kayaları bordaladığımızda deniz hafiften hafiften yeşermeye başlamıştı. Herhalde sığlıklardandır diye düşünmüştüm. Ama bükün içine doğru yol alıp da yeşillik limonîliğe dönmeye başlayınca işin içinde organik kirlenme, yosunlanma türünden bir iş olduğu anlaşıldı. Dalyan koyuna vardığımızda ise suyun rengi artık tümüyle sarıya dönmüştü, yağmur sonrası denize çamur taşıyan derelerin getirdiği su gibi nerdeyse. Dört metre suya demirledik, demir sanki gayya kuyusuna düştü, gözden kayboldu. Yüzelim dedik, sanarsın ki sarılık olmuşuz; insan ayağının ucunu bile göremiyor.

 

Balık çiftlikleri suyu kirletmiyor diyenler gelip buralarda bir yüzerler mi acaba? Bana sorarsanız, buranın adı artık Kuruerik değil de Kurukayısı bükü olmalı!

 

 

Haruplunun Koyunu

 

Güllük körfezinin kuzey kıyısında Haruplu koyu. Balık çiftlikleri Çam limanının ağzında nisbeten derin suda olduğu için mi nedir, deniz biraz daha vaktiyle bildiğimiz deniz gibi. Lacivert deniz kıyıya doğru mavileşiyor, kumluklar tirşe, eriştelikler koyu yeşil görünüyor. Koyun ortasında yabancı bayraklı bir yat demirli. Demirlediğimiz yerde dibi görmek nerdeyse  mümkün; insan yüzerken ayağını hayda hayda görüyor. Hani gözlük falan takmazsak suya temiz bile diyeceğiz.

 

Koyun esas güzelliği kıyısının yapısı. Hafif bir meyille yükselen kıyıda çam ağaçları sanki küçük bir ormanı andırıyor. Ara sıra oluşan açılıklarda zeytinler, sakız ağaçları. Koyun güney burnunda bir dalyan, ağı kaldırılmaya hazır, belki de hâlâ varolan balıkların geçmesini bekliyor. Yanında yamaca dayanmış temiz, şirin, bakımlı bir kulübe. Çevresini balık ağları ile sınırlamış; rıhtımı düzgün, üstündekiler derli toplu. Etraf sakin, kimsecikler yok.

 

Haruplu Koyu

En sonunda vaktiyle bildiğimiz güzellikte bir koya rastgeldik dedik. Demek ki hâlâ böyle yerler varmış. Öğle yemeğini kıyıya çıkıp orada yemeye niyetlendik. Gözümüze kestirdiğimiz bir kesime doğru yaklaşınca, gerçek ortaya çıkıverdi. Yıkılmış bir çiftlik kulübesinden kalma döküntü bir rıhtım. Üzerinde atılmış, kırık dökük parakete sepetleri, kırık şişeler, yarısı kopmuş bir tokyo, güneşten solmuş bir çorap, yarısı lime lime olmuş bir çipura yemi torbası. Rıhtımın köşesinde metruk bir kayık iskeleti, yarısı suda çürümekte, yarısı kıyıda kavrulmakta. Borda tirizleri kopmuş, kaplaması yer yer delinmiş.

 

Daha içeride bir çam ağacının gölgesinde bir kulübe harabesi. Yarısı çökmüş beton bir zeminin üstünde sunta parçaları, ondulin kırıkları, parça parça cam kırıkları. Arkada pislik içinde bir ayakyolu. Çatısı deliğinin içine devrilmiş. Kırık şarap şişeleri, bira tenekeleri. Yatlardan bırakılmış çöp torbaları, sıçanlar, sansarlar, tilkiler gelip parçalamış, çöpler etrafa saçılmış; üzerlerinde vızıldayan kara sinekler, eşek arıları, iğrenç çöp kokuları.

 

Heyhat, karaya küçük de olsa ne ümitlerle çıktık, ne büyük hayal kırıklığıyla karşılaştık.

 

 

Taras’ın İncisi


Güllük körfezinin dibinde Kıyıkışlacık köyü. Ufak ve korunaklı limanı, yanıbaşında üç bin yıllık antik kent İassos. Kıyıda küçük lokantalar, lokantaların önünde yerli balıkçı kayıkları, aralarında şıpır şıpır dolaşan gümüş balıkları. Yatların kıçtankara yanaşabildiği bir rıhtım.

 

Doğal yapısıyla, insanî ölçeğiyle, kültürel kalıtıyla minik bir inci. Ama inci sahte bir inci. Rıhtımda, yarısı kırık banklar dizili, önlerinde çıtlanmış çekirdek kabukları, rüzgârla kalkan tozun içinde ordan oraya savruluyor. Bankların arkasında dolmuş, taşmış, parçalanmış, dağılmış çöp torbaları. Yatların su hortumunun bağlanması için musluklar, demirden kutuları paslı, kilitleri, menteşeleri kırık. Musluktan sızan su kutuların içinde göllenmiş, yosunlanmış, etrafında otlar çimlenmiş, köpek pislikleriyle gübrelenmiş.

 

Çipura Üretim Tüneli

Rıhtımın ucunda köyün ağasının kurduğu döküntü bir baraka. Yanında balık çiftlikleri için getirilip yığılmış yem torbaları. Torbaların yaydığı yağlı kuru hamsi kokusu. Ziraat adasındaki sayısız balık çiftliğinin hizmet tekneleri, biri geliyor, biri gidiyor, peşpeşe rıhtıma aborda oluyor. Her birinde ağzına kadar tıka basa levrek, çipura dolu birer tonluk tanklar. Polistiren köpükten balık kutuları barakanın yanına dağ gibi yığılmış. Dolmuş balık kutularını yüklemek için bekleyen kamyonlar rıhtımın ardına ardarda dizilmiş.


Balıklar bir üretim tünelinden akıyorlar; teknelerdeki tanklardan rıhtımdaki mermer ayırma masasına, oradan polistiren kutulara ve kamyonlara, sonra doğru İstanbul ya da Ankara'daki Reallere, Carrefourlara. Tünelden günde yetmiş ilâ yüz ton levrek ve çipura, oluk gibi akıyor.

 

İassos Gümüş Sikkesi

Bir de evrensel bir efsane: yunus balığının, bir deniz kazasından kurtarıp sırtında dolaştırdığı çocuk, Tanrı Poseidon’un oğlu Taras. Zaten İassos'ta basılan gümüş sikkelerin üstünde yunus balığının sırtındaki Taras yok muydu? Yaşasın balık, yaşasın üretim, yaşasın ticaret, yaşasın para!

 


Cennetin Doğusu


Bodrum yarımadasının kuzey yakasında Ilıca bükü. Doğal yapısı ve biteyi açısından hiç şüphesiz yarımadanın en güzel koyu. O kadar ki bir zamanlar Cennet bükü olarak da anılırdı. Doğu yakasındaki çam ormanı yanınca biraz büyüsünü kaybetmişti ama ufaktan ufaktan toparlıyor kendini. Yeşil yamaçların altında lacivert derin sular, koyun dibine doğru ufak bir sığ bölüm. Kıyıya baştankara bağlı birkaç balıkçı kayığı. Sessizlik, dinginlik, geceleyin yıldızlarla ışıl ışıl parıldayan bir gökyüzü. halatlar, uçları lime lime olmuş, rüzgârdan uçuşup dağılıyor.

 

Eskiden var olan balık çiftlikleri koydan çıkarılmış. Kimbilir belki koyun batı kıyısındaki şirin otelin sahipleri ve müşterileri dişli çıktı. Doğu kıyısında, çiftliklerden arta kalmış bir havuz. Mavi kimyasal bidonları, bidonların bazıları yarı batmış. Üstlerindeki ahşap salların yarısı çürümüş, yarısı yosun içinde.

 

Cennetin Gözcüsü

Ötede çiftliğin gözcü kulübesinden arta kalmış bir enkaz. Ortadaki ayak çökmüş, kulübenin zemini yokuş aşağı. Üstünde bir bacağı kırık plastik bir koltuk, birkaç yağ tenekesi. Penceresinin önünde yarısı parçalanmış bir sineklik. Diğer yarısı yerdeki suntadan, ondulinden, eternitten oluşmuş bir mezbelenin içinde. Ağaçlara bağlı halatlar, uçları lime lime olmuş, rüzgârdan uçuşup dağılıyor.

 

Biraz ötede kıyıda üç yatay şerit. Koyu yeşil sakız ağaçları ile lacivert denizin arasında uzun, açık mavimtrak beyaz bir şerit. Hint okyanusunda bir ülkenin ya da Orta Amerika ülkelerinden birinin, her neresinin ise, bir
yerlerin bayrağı gibi. Ortadaki beyaz şerit aslında denizin getirip yığdığı plastik atıkları. Torbalar, poşetler, eski ağlar, kutular, kırık kutu parçaları; o kadar yoğun olarak sıkışmış ki sakızla denizin arasına, sanki yekpâre bir kütleymiş gibi görünüyor

 

Bükün sonundaki sığ yerde, kumların, sazların üstünde yüzüyorum, dibi gözleyerek. Terkedilmiş demirler, halatlar, zincirler, araba lastikleri, tokyolar, çocuk pusetleri, kırık tabaklar, gazoz tenekeleri, bira şişeleri, yine
gazoz tenekeleri, yine bira şişeleri. Patlak usturmaçalar, pabuçlar, batırılmış çöp torbaları, diş fırçaları, taraklar, kovalar, paraketa parçaları, ağ şamandıraları.

 

Koy hem güzel, hem dingin, hem sessiz. Ama her nedense dilim Cennet bükü demeye varmıyor.

 


Beyhude Yere


Bunları beyhudesine, nafile yere yazdım. Ne acıdır ki hepimiz artık bunları kanıksadık; gözlerimiz bozulmayı, çürümeyi görmez oldu, burunlarımız kokuşmayı koklamaz oldu. Söylenenleri kulaklarımız duymaz,
dinlemez; yazılanları aklımız, vicdanımız anlamaz oldu.

 

  Deniz Kültürümüzden sayfasına dönmek için tıklayınız.