MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



KÜLTÜR GEMİMİZİN GRANDİSİ


Nutki.jpg

Binbaşı Süleyman Nutkî

 

Çocuk babasının mesleğine girmek arzusunu duyar. Özellikle benim gibi altı yedi yaşından itibaren babasıyla harp gemisi içinde günlerce vakit geçiren bir çocuk, bir çok sanat örneği ve her ne tarafa bakılır ise saatlerce derin düşüncelere sebep olan bu Nuh teknesinde ömür geçirmeye nasıl razı ve talip olmaz?

 

Doğal olarak bir çok çocuk “razı ve talip” olur, okur subay olur, yükselir amiral olur. Ama arkasında deniz kültürüne katkıda bulunacak hiçbir şey bırakmadan göçer gider; belki birkaç solmuş fotoğraf dışında.

 

Yukarıdaki alıntının yazarı ise, tam tersine, deniz kültürümüzün temel taşlarından birini koymuş bir deniz subayıdır. Ama bu taş, toprağın altında kaldığı için pek tanımadığımız taşlardan biridir. Türkçe’deki denizci terimleri, ilk olarak, o zamanlar İstanbul’da İngiliz liman reisi olan William Thompson tarafından Istılahât-ı Bahriyye: Türkçe, İngilizce, İtalyanca, Fransızca (İstanbul: Matbaa-i Osmaniye, 1309=1892; Tıpkıbasımı, İstanbul: Deniztemiz Derneği, 1995) adlı eserde derlenmişti. Bu sözlük daha çok sularımızda seyreden yabancılara, kendi dillerinde bulunan terimlerin Türkçe karşılıklarını vermek üzere düzenlenmiş bir rehberdi. Dilimizin ilk gerçek denizcilik sözlüğü ise, bu yazının kahramanı olan Süleyman Nutkî tarafından yazılmış olan Kamûs-i Bahrî (İstanbul: Matbaa-i Bahriye, 1333=1917) adlı kitaptır. Nutkî, bu sözlüğünün girişinde şöyle diyor:

 

Mesleğimiz müntesibîninin (girenlerin) terakki ve tealîsi (ilerlemesi ve yükselmesi) için fiilen olduğu gibi kalemen de çalışarak Kamus-i Bahrî’yi cem’ ve te’lif etmiş (derlemiş ve yazmış) isem de şimdiye kadar tab’ına imkan bulunamıyarak evrak-ı perişan üzerinde kalmış idi. ... Yine mütekaidînden (emeklilerden) Nuri kapudan tarafından tertib olunan Tabirat-ı Mellahiye’nin (Gemici Deyimleri’nin) de mezci suretile ... eser, daha şayan-ı itimad bir hâl-i mükemmelikte isâl edilmiş (ulaştırılmış) ol[du] ...

 

Böylece yayımladığı bu eserin yeni yazıya çevirisini bulamadım; ondan dolayı da toprağın altında kalmıştır diyorum. Bir süredir bu toprağı kazarak çevirisini yapmaya çalışıyorum; inşallah birgün yayımlamak nasip olur.

 

Süleyman Nutkî, bu sözlüğünden başka birşey yayımlamamış olsaydı bile, deniz kültürümüzün en önemli katkılarından birini yapmış sayılırdı, hiç kuşkusuz. Ama o gücü tükenmeyen, sürekli yeni şeyler arayan ve yaratan deniz subaylarındandı. Bir sürü engellemeye karşın, bitmez tükenmez çabalarıyla çeşitli tarihlerde Cerîde-yi Bahriye (Deniz Gazetesi), Mecmua-yı Fünûn-u Bahriye (Deniz Bilimleri Dergisi), Umman ve Deniz dergilerini çıkarmıştır. Ülkemizin ilk deniz meteorolojisi kurumu olan “İhbarât-ı Riyâhiye (Rüzgâr Haberleri) İdare”sini, ilk kılavuzluk kurumu olan “Seyr-i Sefain Kılavuz ve Römorkör İdaresi”ni ve “Osmanlı Kapudan ve Makinistler Cemiyeti”ni kurmuştur. En önemli katkılarından biri ise Deniz Müzesi’ni kurmasıdır ki bu kurum da deniz kültürümüzün bir diğer temel taşıdır.

 

Süleyman Nutkî’nin yaşam öyküsü kendi başına bir yazı konusudur; nitekim, torunlarından Prof. Özdemir Nutku “Süleyman Nutku Beyin Türk Denizciliğine Katkıları” başlıklı yazısında bunu gayet güzel bir biçimde anlatıyor (Tarihimizden Kültür Manzaraları, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1995). Bu yazıda ise ben yalnızca yazmış olduğu bazı eserlerinin içeriğine değineceğim.

 

Aslında Süleyman Nutkî’nin yazdıklarının çoğu meslekî ve teknik konulardadır. Çeşitli dergilerde yer alan bir çok yazısına ek olarak, Ertuğrul Fırkateyni Faciası, Kâtip Çelebi’nin meşhur eseri ile aynı adı taşıyan Muharebât-ı-Bahriye-i Osmaniye (Osmanlı Bahriyesinin Savaşları), Denizde Men-i Müsademe (Denizde Çatışmayı Önleme) adlı telif eserleri, Istılahat-ı Bahriye (Denizcilik Terimleri), Mühendisin Refiki, Basra Körfezi Rehberi ve Aden Körfezi Rehberi gibi çevirileri vardır.

 

Nutkî, yaşamı boyunca gözlediklerini, duygularını ve düşüncelerini ise iki kaynağa aktarmıştır. Bunlardan ilki ne bir roman, ne de bir askerî ders kitabı, fakat hem o hem o olan Bahriye Kur’a Neferi’dir (İstanbul: Matbaa-i Bahriye, 1307=1891). Oğullarından Emrullah Nutku, daha sonra bu kitabı Türkçe’ye çevirerek yayımlamıştır (İstanbul: Deniz Basımevi, 1977). Ordu’nun Boztepe köyünden Mehmet Çavuş’un ağzından kaleme alınmış olan bu kitap Nutkî ile beraber aynı fırkateynlerde askerliğini yapan bir deniz erinin beş yıl süren öyküsüdür.

 

Diğeri ise sürekli olarak tuttuğu notlardan derlediği anılarıdır. Bu anılar önce 1958 yılında kardeşi Ali Rıza Seyfioğlu’nun aracılığıyla Cumhuriyet gazetesinde tefrika olarak, daha sonra 1973-74 yıllarında ise Osman Öndeş tarafından sadeleştirilerek Hayat Tarih Mecmuası’nda yayımlanmıştır. Son olarak da torunlarından Prof. Yavuz Nutku’nun aracılığıyla, Deniz Müzesi’nin değerli uzmanı Nurcan Bal tarafından çevirilerek Süleyman Nutkî Bey’in Anıları adıyla Deniz Kuvvetleri tarafından yeniden yayımlandı. Bu kitap, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı bahriyesinin durumu ve idaresi hakkında çok ilginç bir kaynaktır.

 

Bahriye Kur’a Neferi (= BKN) ile Anılar (= A), Süleyman Nutkî’nin deniz yaşamının ilk yıllarında sanki iki aynadan karşılıklı yansıyan görüntüler gibidir. Olayları bir yandan subay olarak olarak anlatırken, diğer yandan da bir erin nasıl algılayabileceğini düşünerek yazmaktadır. Örneğin, Hüdavendigâr eğitim fırkateynindeki öğrencilik seyri sırasında karşılaştığı ilk büyük fırtına:

 

Garip tesadüf! Bugün gibi hatırlıyorum. Bu sene havalar pek dengesiz, özellikle fırtınalı idi. Limandan açıldıktan sonra makine stop olunup yelkene geçilmiş ve o gece orsapoca geçirilmişti. Ertesi günü Girid’in yüksek ve karlı dağ zirveleri geride görülüyor idi. Rüzgâr kalmış, bir sükûnet hüküm sürmekteydi. ... Birden ‘Asker güverteye! Saravele!” kumandaları verildi. Bu kumandalarda bir fevkalâdelik vardı. Her ferd olanca gayretiyle çalışıyor, vazifesini tamamlamaya gayret ediyordu. ... Büyük bir merakla baş köprüsü üstüne çıkıp ufka baktım. Denizden doğan dağ gibi dalgaların süratle ve pek acı ve korkunç bir ses ile üzerimize doğru geldiğini gördüm. ... Fırtına uğultusunun gittikçe artmasından süratle yaklaşmakta olduğu anlaşılıyordu. ... Bu büyük tekne, çöp gibi, dalgaların sarmasıyla yatıp kalkıyor, insanı ümitsiz bir hale getiriyor idi. ... Gemi öyle korkunç bir surette yalpa ediyordu ki sancak tarafına yatınca o tarafta denizin bordaya hemen hemen dik vaziyetde yükseldiği, dehşet dolu gözlere çarpıyordu. ... Bu seferde mârûz kaldığımız deniz tehlike ve felâketleri, doğal olarak endişelenmeyen gençleri o derecelerde ürkütmüş idi ki, bunlar arasında en âdi bir kara sanat ve işini tercih edenler oldu. (A)

 

Aynı fırtınayı bir de Mehmet Çavuş’un ağzından okuyalım:

 

’Alabora babafingo!’ kumandasıyla çımariva edip, çanaklıkta bir nefes aldım. Gösterilen bu telâşa o âna kadar hiçbir sebep görmemiştim. Çanaklıktan ufka baktığımda, dalgalardan oluşan dağların hızla ve köpükler saçarak üzerimize saldırdıklarını anladım. Bir kaç gecedir çanaklıkta, sadece yaslanıp hayalimde oluşturduğum korkunç fırtına işte şimdi gelip çatmıştı. O âna kadar geçirdiğimiz sükûnet ve hafif rüzgârın bu fırtınanın peşrevi olduğu meydana çıkmıştı. ... Ben gurceteye varmadan, babafingo sereni kırılıp yelkeni parçalanarak çırpınmaya başlamıştı. Hepimiz şaşkın bir halde baka kalmıştık. Peşinden babafingo çubuğu da kırılarak armasına asılı kaldığından şiddetle döğünmesi yüreklerimizi titretiyordu. ... O gün aklımı iyice başıma toplamış, hükmümü kolayca verecek hale gelmiştim. (BKN)

 

Osmanlı zamanında Çanakkale boğazına Akdeniz ya da Bahr-ı Sefid boğazı denirmiş, sanki boğazdan çıkınca Akdeniz’e varılacakmış gibi. Ama, Akdeniz’in gerçek kapısı ve kilidi Girit adasıdır. Kuzey kıyısında bulunan Suda limanı ise Ege denizinin en korunaklı, yatmaya en uygun limanıdır; Osmanlı donanması yazın Akdeniz’e indiğinde burayı üs olarak kullanırdı. Günümüzde de Yunan donanmasının en önemli üslerinden biri olmuştur. O dönemin deniz subaylarının yaşamında olduğu kadar Süleyman Nutkî’nin de yaşamında önemli bir yer tutar Girit ve Suda limanı:

 

Girit’te Suda limanının boğazından girenler kolay çıkamazlar derler, bir zamanlar Doğu Akdeniz korsanlarının, deniz haydutları ve çapulcuların sığınağı olan bu ada, Osmanlıların eline geçtikten sonra bile çapulculardan tamamen temizlenebilmiş değildi. Onun için donanmanın bir filosunun, en az birkaç karakol gemisinin yaz-kış adada kalmasından vazgeçilememişti. İşte böylece biz de o kışı burada geçirdik. (BKN)

 

Girid’in sıcak, fakat ferahlatıcı havası insanın fikrine kuvvet ve hayallerine şiddet verir. Çömlekçi köyünün Şubaşı mesiresi etrafını yüzlerce senelik zeytin ve portakal ağaçlarının güzel kokularıyla ıtırlı kılan buranın tabiat güzellikleri, günlerce insanı oyalar, başka bir eğlence aratmaz. ... Bir zaman geldi ki sağlığım bozuldu ... gemimizin doktorları, acizlerini muayene ederek bu hastalığın uzun süre kamarada oturmaktan ileri geldiğini raporlarında beyan ile hergün dışarı çıkarak Suda’dan Hanya’ya kadar gidip gelmeyi tavsiye ve tenbih etmişlerdi. Bir iki ay bu şekilde hareket ettim. Her sabah karaya çıkıyor ve uygun havalarda Hanya’ya gidip geliyordum. Beş altı kilometre uzunluğundaki bu yolun iki tarafında Mehmed Paşa çiftliğinden ve Hanya yakınında henüz yapılmakta olan Bektaşi dergâhından başka oturacak bir yer yoktu. Fakat her iki taraf yaşlı zeytin ağaçlarıyla ve limon, portakal fidanlarıyla pek hoş bir manzara arz ediyordu, sıkılmıyordum. (A)

 

Bir vakitler Girit’in başkenti olan, Venedik kalıntısı güzel Hanya’dan, ne yazık ki bize kala kala “Hanya’yı Konya’yı anlamak” deyimi kaldı. Umarım, gelecek kuşaklar buna benzer bir cümleyi “Kıbrıs eşeği” için yazmasınlar.

 

Nutkî’nin anıları sanki güzel diyarların, avcumuzun içinden bir bir kayıp gitmesinin hikâyesi gibidir:

 

Bir sabah Fao boğazına demirledik. İki taraf arazinin görüntüsü göğün kasvetini gideriyordu. ... Ertesi gün nehire girildi. Her iki kıyının güzelliği kalbe ferahlık veriyordu. Çok vakitten beri denizde bulunup gözleri gökle denizin görüntüsüne bağlanmış ve uğradıkları yerlerde de yeşillik izi görmemiş olan gemiciler büyük hurma ağaçlarının ve bunların altındaki gül bahçelerinin gönül yakan görüntüsüne hayran kalmışlardı. (BKN)

 

Ah Basra! Şimdi bile düşündükçe gönlümde bir zevk ve râşelerle dolu hisler uyanır. Fakat kaybından dolayı da bir keder ve acı hissederim. (A)

 

Şatt-ül Arap’tan yukarı çıkıp da iki nehrin birleştiği yere vardığında ise şunları yazıyor:

 

Kurna benim pek sevdiğim bir yerdi. Hemen hemen iki nehrin birleştiği açıda, yeni hükümet konağının damına çıkar ve etrafa bakar, baktıkça ferahlardım. Kurna hakkında Arap şairlerinin söyledikleri manzumeler ve kasideler pek çoktur. Bunlardan biri şöyle başlar:

Bir akşam sevdiğim ile beraber Dicle,

Ve bir sabah da Fırat sahilinde oturdum.

Ve bu cömertler suyundan içtim.

Biri erimiş inci gibi beyaz, leziz

Ve diğeri erimiş akik gibi kırmızı

Ve daha lezzetli idi. (A)

 

Aden, Basra ve Hindistan seyirleri hep yetersiz donanımlı, hep eksik teçhizatlı gemilerde geçmiştir. Bir seferinde bozulan makinelerini onarmak için Afrika kıyılarında Nevaret limanına giriyorlar:

 

Sabah erkenden limana girmek için yol verdik. ... Yavaş yavaş iskandil ederek ilerlemekteydik, haritada yedi kulaç suyu bulunan bir bankın üzerinden geçerken gemi buldu. Gerçi durmadan geçip gittikse de duyulan sarsıntı sinirlerimizi gevşetmişti ve bizi olduğumuz yerde çökertmişti. Gemiciler arasında bir kaba söz var: ‘Yelkenini boradan, kıçını karadan saklayasın’ derler. Gerçekten denizin en büyük tehlikesi karineyi buldurmaktır, bu yüzden açılan yaranın onarılması güç olur. (BKN)

 

Bir diğer anısında, Limasol’dan hareketle Berr-üş Şam’a giderken, gece seyrinde bir fenerin görülmesinin beklendiği anları anlattıkları, o dönemlerde kaderleri ellerindeki kısıtlı seyir araçlarına bağlı olanların duygularını çok dokunaklı bir biçimde yansıtmaktadır:

 

Gece gemicinin kalbine darlık verir. Denizin yüzünde bir iz ve gökte gezegenlerle yıldızlar bulunmadığı zamanlarda bu darlık ve sıkıntı artar. İnsan her an beklenmeyen bir olaya yaklaşırmış gibi dürbünden barometreye, haritaya ve diğer araçlara başvurarak, yardım arar. ... Denizin zahmet veren gücünden çaresiz kaldığı zamanlarda bir kıyıya sığınmak isteğine kapılır; oysa ki, denizaltı bir kıyının uzaktan görünüşü göze çarpınca, amansız bir düşmana rastlamış gibi ürker. Bu, niyeti açık olan bir düşmandır ki, temkinli olmakla beraber, acıma duygusu arayanlara da yardım etmekten çekinmez. ... Biz de temkinde kusur etmiyorduk. ‘Fener görünüyor’ seslerini bekleyiş ve sabırsızlık artıyordu. Rahatçılar da yataklarından çıkmış küpeşteye dizilmişlerdi. Bu halde fener yerine korkunç bir kayanın görünmesi de hatıra geliyordu; bu düşünce insanı ürpertiyordu. ... Saat üçe, sonra dörde geldi, vardiya trampeti vurdu. Hâlâ herkes ayakta. Akşamdan beri arayıp da bulamadığım ihtiyar ambarcının kalın sesi gurceteden işitildi. Her yaptığında tutarlılık bulunan bu eski gemici ‘Sancak başomuzluğunda fener var’ diyordu. (BKN)

 

Süleyman Nutkî’nin anılarının önemli bir bölümü Abdülhamid döneminde çektiği sıkıntılar ve karşılaştığı anlayışsızlıklar ve engellemeler ile ilgilidir:

 

1889 Haziran’ından itibaren her onbeş günde bir Cerîde-i Bahriyye ve ayda bir de Mecmua-yı Fünûn-u Bahriyye neşre başladı ve günden güne gelişerek harkesin rağbetini kazandı. ... Sultan Hamîd devrinde, matbuatın içinde bulunduğu durum aşikârken, denizcilikle ilgili böyle bir mecmuanın neşri, pek büyük bir muvaffakiyet addolunmuştur. ... İlk mecmuanın başmakalesi, tarafımdan, hareket etmek üzere olan Ertuğrul fırkateyninin Japonya seferine dair idi. ... Osman Paşa bu seferin selâmetle sona ereceğinden ümitli değildi. ... Fırkateynin hareketinden bir gün evvel, iki köprü arasındaki şamandırada bağlı yatan gemiye gidip kendisini ziyaret ettiğim zaman, çehresindeki ürperti kalbime dehşet verdi. Gemi ziyaretçilerle doluydu. Herkes akrabalarına, eşlerine ve evlâtlarına son vedaını yapıyormuşçasına kanlı yaşlar dökerek sarılıp öpüşüyor ve pek elîm bir halde ayrılıyorlardı. ... İşte ertesi sene Eylül’ünde Japonya’dan dönüşte Oşima fenerinin göründüğü bir menzilde burnun üzerine düşerek dağıldığı üzücü haberi alınmıştır. ... Bu sebeptendir ki, Meşrutiyet’in ilânını müteakip Ertuğrul Faciası adıyla yazdığım esere ‘faili saklanmış bir cinayet’ demiştim. ... İşte bu suretle ... gazete ve mecmua da kapandı, benim de İstanbul’da bir iş başına tayinim uygun görülmedi. (A)

 

Yazdıkları kitapları ancak kendi olanaklarıyla bastırabilme olgusu eskilerden beri birçok yazarımızın karşılaştığı bir sorundur; Süleyman Nutkî de bundan nasîbini almıştır:

 

Malûm ya, Bahriyelilerimiz mütalâa zevkini tatmadıklarından her gazetede kendilerini mütalâaya alıştırmak için bir zemin bularak uyarmaya çalışıyor idim. ... Baskı ücreti gününde ödenmemiş maaşlarımdan ödenmek ve kağıt masrafı da borç olarak alınmak suretile Bahriye Matbaası’nda bastırılıp yararlanma alanına konulan... Muhârebât-ı Bahriyye-i Osmaniyye’miz için bir ilân yapmak dileklerimin en özeli idi. Her sene başında Cerîde-yi Bahriyye koleksiyonu için yaptığımız ornementli (süslü) kabın son sahifesine yazdığım ilânda şu sözler yazılı idi: ‘Denizlerin ve karaların hakanı, büyük sözünü muhafaza etmek isteyen padişahlar, denizi elde tutmalıdır. Çünki, İstanbul’un velinimeti bu iki denizdir.’ Kâtip Çelebi, Muhârebât-ı Bahriyye-yi Osmaniyye, sahife 109. ... Bu kap, Salı günü Cerîde-yi Bahriyye ile beraber dağıtıldı. Hemen Bâb-ı Âli’de Sabah Matbaası’nda düzenlenen jurnal üzerine gece Fen Komisyonu açtırılıp kaplar tamamen alınarak yakıldığı sabahleyin haber alındığı gibi biraz sonra da acizlerine Fen Komisyonu’ndaki hizmetimden affedildiğim tebliğ olunmuştu. Sebepleri sual olundukta, İstanbul’un velinimeti padişahımız olduğu halde denizlerdir dememiz olduğu anlaşılmıştır. (A)

 

O dönemde karşılaştığı zorlukların bir diğer örneği de şudur:

 

İngiltere’de yeni yayınlanan Encyclopaedia Brittanica isimli özel isimler sözlüğünü almak için nezarete müracaat ettik. ... Dünyaların malûmatını toplayan sözlük geldi. Fakat gümrüklerin hafiyeleri içinde Ereğli madenine, Abdülaziz’in tahttan indirilişine ve daha bilmem nerelerine işaret ederek İstanbul’a girişinin yasak olduğunu resmi bir yazı ile nezarete bildirmişler. ... Zararlı sayılan maddelerin matbaa mürekkebiyle iptal edilmesini nazıra arzettiğimde, bana dönerek ‘ben artık bu mabeyn hafiyeleriyle uğraşacak halde değilim görüyorsunuz; artık kuvvet ve cesaretimi kaybettim, hemen geldiği yere iade ediniz’ demişti. (A)

 

Oğlu Emrullah Nutku bu olayı Hayat Tarih Mecmuası’nda yayımlanan “Bir Ansiklopedinin Başına Gelenler” başlıklı yazısında (1973, sayı 100) daha ayrıntılı olarak anlatır. O zamanki nazır Bozcaadalı Hasan Paşa’nın söylediklerini okuduğum zaman, Yelken Dünyası dergisinin 20. yılı dolayısıyla verilen yemekte, Sadun Boro’nun şu mealde dediklerini hatırladım: “Ben bu kadar senedir, denizlerimizin ve kıyılarımızın korunması, amatör denizcilerin önünün açılması için idareyle, bürokrasinin saçmalıklarıyla didiştim durdum. Artık yoruldum! Biraz da gençler didişsin.” Zaman geçiyor ama zihniyet pek değişmiyor, değil mi?

 

Anılarının sonunda Süleyman Nutkî yazdıklarını şöyle değerlendiriyor:

 

Bu defteri yazmaya beni sevk eden, karşımdaki en küçük oğlumun verdiği şevk ve gayrettir. Bu köhne koltuğun içine gömülen yaşlı vücut, ‘düşünceleri yazmaya değmez, yazılanlar da okuyana şevk vermez’ diyordu. Bununla beraber, ne denilmiş olsa da okuyana, ‘bu kubbede kalan bir hoş sadadır’ sözüne göre zevk ve şevk vermese de okuyanı oyalar. Çok yazdık, çok söyledik. Cenab-ı Hakk’a çok şükür! ... Benim eserimle yetinenler, büyük bir olasılıkla benim gibi bir ömür geçireceklerine emin olabilirler. (A)

 

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.