MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



GEMİ ADAMLARININ ÖYKÜCÜSÜ


 

Zeyyat Selimoğlu

Ben, o zamanlar daha sokakta kovalamaca oynayan, yalımızın önündeki iskeleden balık tutmaya çalışan, kısa pantalonlu bir çocuktum; okumayı sökeli bile ancak birkaç yıl olmuştu. Sonradan öğrendim ki 1949-1950 yılında Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Armağanı’nı öykü dalında “birincilik üzerinde hemen hemen ittifaka yakın bir çoğunluk” sağlayan bir yazı kazanmış. Ödül jürisindeki üyelerden İsmail Habib Sevük, o yazıyı şöyle anlatıyor:

 

Neydi o yazıdaki bu keramet? Rize’yi Rizeli bir genç yazmıştı. ‘Hamsi koydum tavaya’ türküsünü söyler gibi âdeta rakseden, asabî, çevik, beldenin kelimeleri ve şivelerile kıvrım kıvrım ruha akan bir yazı. Oralarda yürümeye başlanınca öğrenilmesi de başlayan kemençe nağmeli o çetin oyun gibi, bunu yazan da yazısının malzemesini konuşmaya başladığından beri hazırlamıştı. Dünyanın en büyük edibi de olsa Rize’yi bütün iç ruhiyle o tarzda yazamaz. Öyle bir yazı bütün bir ömür pahasına yazılabilirdi.

 

Öykünün yazarı Zeyyat Selimoğlu, bütün ömrü boyunca aynı iç ruhiyle, aynı kıvraklıkla, aynı kemençe nağmeleriyle yazmaya devam etti.

 

Öykülerinde yaşamlarını denizden kazanan ... insanın açık denizlerdeki serüvenlerini, bu gemi insanlarının gemideki dünyasını konu edindi. Deniz insanının gerçekliğini yansıtmada kendine özgü bir anlatım ve bakış açısı kurdu. Bu insanın içsel ve dışsal gerçekliğini yaşamsal özellikleriyle; masalsı, yer yer simgesel öğelerle süslü, ironik bir söylem içinde yansıttı. Kayıkçılar, gemiciler, tayfalar, kaptanlar öykülerinin başlıca kişilerini oluşturdu (Feridun Andaç, Söz Uçar Yazı Kalır, İstanbul: Can, 2001).

 

Zeyyat Selimoğlu, hukuk fakültesi mezunu; önceleri babasının armatörlük şirketinde avukat olarak çalışmış. Ama aynı zamanda da onun gemileriyle denize çıkmış. İlk dönem öykülerinde bu gezilerinde tanıdığı insanları anlatıyor. Süvari (Beybaba) Mehmet Kaptan, Pire Mahmut, telsizci Markoni Zeki, ateşçi Tekel Hamza, lostromo Eyüp Reis, Muço Dursun, ikinci Hızır Kaptan, bahriyeden emekli çarkçıbaşı Hüseyin Bey ve birçok diğer gemi insanlarını denize getiren olayları, onların tedirginliklerini, burukluklarını, alışamamışlıklarını, tutkularını, fedakârlıklarını, aşklarını, kıskançlıklarını, pişmanlıklarını, sarhoşluklarını, hoşgörülerini, kabalıklarını, inceliklerini kaleme alıyor. Feridun Andaç’ın yaptığı röportajda kendi öyküsünü şöyle dile getirmiş Selimoğlu:

 

Bir öykü neyi anlatır? Ya bir insandan bahseder ya bir olayı anlatır ya da bir atmosferi canlandırır. ... Gemi atmosferi beni çok etkileyen bir şey. Özellikle o atmosferi vermek için yazmış oluyorum. ... Ama o atmosferde gemi insanlarının karakterleri ortaya çıkar: heyecanları, sıkıntıları, umutları, umutsuzlukları. ... Yani denizden çok, dikkat edilirse, gemi adamları öne çıkar. ... Deniz bende dekor olarak var, gemi de öyle. Gemi adamları aracılığıyla insan ortaya çıkıyor öykücülüğümde.

 

Zeyyat Selimoğlu’nun gemici öyküleri 1969-75 yılları arasında dört ayrı kitap olarak yayınlandı; daha sonraları ise Gemi Adamları adı altında yeniden derlendi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996). Behçet Necatigil bu derlemeyi, arka kapağında şöyle değerlendiriyor:

 

Selimoğlu’nun son eseri, benzerlerini okumadığım hikâyelerin kitabı; bilinmeyen hayatı işliyor. Yalınlık içinde kıvrak, renkli bir anlatım; gerçekle çağrışımı ustalıkla bağdaştırma; beşeri olanı ve geri planı uzun yorumlara açılmadan hissettirme; kitabın özellikleri.

 

Selimoğlu, “Yeni Bir Kapı Denemek” başlıklı öyküsünde, yeni bir gemi kâtibinin denize adım atışını anlatıyor; o kimlik dönüşümünün simgesini şöyle dile getiriyor:

 

Rıhtım fenerinin altına, fenerin ışığı altına giriyor, ve birden yazıhaneden eline tutuşturdukları liman cüzdanını unutmuştur gibi geçiyor içinden. Yüreği bir hop ediyor elini cebine atıyor, parmaklarının arasına sıkışan ince defteri çıkarıyor çabucak, fenerin ışığına tutup bakıyor. Tamam. Denize adım attığı anda nüfus kağıdı geçmez oluyor, bundan böyle nüfus kağıdının yerini şu liman cüzdanı alacak, şu turuncu kaplı küçük defter. Denizle kara arasında bir duvar var, sınır duvarı; adamın kimliği bile bir başkalaşıyor denize adım atıldı mı, deniz uyruklu bir adam oluyor, o kimliği belirten de işte liman cüzdanı (Gemi Adamları).

 

Öykü yazarlığının ötesinde, İvo Andriç, Miguel Angel Asturias, Yukio Mişima, Konstantin Mihayloviç Simonov, Tadeusz Nowakowski ve José Mauro de Vasconcelos gibi birçok yabancı yazarın romanlarını Türkçe’ye kazandırdı Zeyyat Selimoğlu. Özellikle de Almancadan, Heinrich Böll, Johannes Mario Simmel ve Siegfried Lenz’in eserlerinden yaptığı çevirilerle haklı bir ün kazandı. 1992 yılında “Çağdaş Alman Edebiyatının Türkçe Çevirileri” konusunda konuşmak üzere Hamburg’a davet edildi. Daha sonra kaleme aldığı o gezisinde, Hamburg’da liman kıyısındaki bir kahvede otururken gözleri tekrar sevgili gemi adamlarına takılıyor:

 

Denizle uzun süre haşır neşir olmuş denizciler kolay tanınır; kalın derili suratlarında derin kırışıklıklar vardır onların, suratları güneş, rüzgâr, tuz karışımı bir yanığı yansıtır, hanidir emeklidir ama denizden kolay ayrılamaz, böyle gelir, Elbe kıyısındaki kahvede bir masaya oturur, büyük bir bira ister, birayı yudumlarken, sık sık Elbe’nin sularına bakarlar, Elbe’nin sularında bütün dünya sularını görürler: Kuzey Denizi’nin, Baltık’ın, Okyanus’un, Atlas’ın ve Büyük’ün sularını... Kızıldeniz’den geçerler şu karşıdaki Elbe sularına bakarken, belki Ümit Burnu’ndan, İstanbul Boğazı’ndan ve Korent kanalı’ndan (Yeni Defterden Eski Deftere, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1999).

 

Gerçi yazarımız öykülerinde denizden çok gemi adamlarının öne çıktığını, denizi öykülerinde bir dekor olarak kullandığını söylüyor. Ama dekorsuz öykü olmaz; o dekoru hiç anlatmıyor değil tabii. Fakat, onu bile bir insan olarak dile getirme yolunu seçiyor:

 

Kilyos kışı denizinin, dırdırı, saldırganlığı manyaklık kertesine ulaşmış bir kadından farkı yok. ... Tehdit ve şantaj, cinnet ve isteri karışımı psikonevrozlu bir ruhsal durum ... sergileniyor. Artık uzaklarda kalmış bir kadının silüeti Kilyos kış denizinin dalgaları arasından yükselerek yaklaşıyor, kasılmış yüzü, hiç durmadan açılıp kapanan ağzıyla yanından hızla geçip gidiyor (Denizlerin, İstanbul, İstanbul: Can, 1992).

 

Başka bir öyküsünde de denizler yine insandır, ama türlü çeşitli: “Karadeniz’in haşin, esmer bir erkek olduğu kesin. Sık sık başkaldırır. Kabına sığamaz, ve yıllardır geçim derdi çekmiş bir erkek ki, suratı kırışıklarla çizilmiştir. Gergin sinirlerini hep yanında gezdirir. Telleri gerilmiş bir kemençe gibidir”. Buna karşın “fettan, fındıkçı bir kadındır Ege. Uçarı. Seninle beraberken başkasına göz süzer, başkasıylanken de sana... sıkıntılıdır kimi zaman da, kendi içine kapanır, ama çoğunlukla güler yüzlü, neşeli. Müziğe, dansa düşkün; tarihe meraklıdır: ama zor okur. Eli açık bir kadın”. Peki, ya Akdeniz? “Çok uygarlıklara analık etmiş, çok uygarlık emzirmiş, görmüş geçirmiş, şimdi, saçına başına ak düşmüş, yaşlı, saygıdeğer bir bayan. Ama yaşlıyla yaşlı, gençle genç olmasını bilir. Bilgeleşmiş ve sevecen bir bayan. Sözü sohbeti yerinde, tatlı dilli (Bir Şarkı Gibiydi, İstanbul: Can, 1987).

 

Selimoğlu’nun öykülerinde gerçekten de o dekorun kendisinin ayrıntılı olarak anlatıldığı bölümler çok azdır. Ender de olsa, bu bölümler ender şeylerin hazzını verirler. Gelin, bir fırtına öncesi sessizliğinin denizini anlatan şu bölümün imgelemi beraber okuyalım:

 

Deniz üzerinde olmamıza karşın hiç esinti almıyoruz hanidir. Açık denizin, suyu durgun, güneş altında koca bir havuza benzeyebileceğini hiç düşünmemişim. Garipsiyorum. Su üzerinde değil de adını bilmediğim ağdalı bir sıvı üzerinde ilerliyoruz sanki. Bu ağdalı sıvı, güneşi emdikçe emiyor, güneşi emdikçe daha da koyulaşıyor. Bütün denizlerin ağdalı bir sıvıya dönüşüp katılaşacağı dünyanın sonuncu gününe doğru ilerliyoruz gibime geliyor. Bir süre sonra şu ağdalaşmış sıvı iyice katılaşacak ve biz, artık açık deniz diyemiyeceğimiz bir oluşum evreni ortasında kıskıvrak kilitlenip kalacağız sanki. Altımızdaki gemi bizi hiçbir yere ulaştıramıyacak mı? Bir an gelecek, önündeki ağdalı sıvıyı iki yana açıp geçemeyecek, takılıp kaldığı yerde dünyanın sonunu mu bekleyeceğiz? (Bir Şarkı Gibiydi).

 

Öykünün dışında fazla yazısı yok Selimoğlu’nun; bir tek roman yazmış, Tutkunun Köşeleri adında. 1970 yılında ise TRT’nin bir radyo oyunu yarışmasına girmiş ve başarı ödülünü kazanmış. Bu fantastik radyo oyunun girişinde çizdiği dekoru dinleyelim:

 

Hiç bir şey yok, yalnız deniz, uçsuz bucaksız deniz... bağdaş kurup oturuyorlar denizin üzerine, bağdaş kurup. Güneşin altında, mavi göğün altında. Doyum olmaz, diyor biri, bu maviyi hangi Acem halısında bulabilirsin, diyor. Gelen geçen gemilere el açarız diyor, yanımızdan geçerlerken... Önümüze birer mendil sereriz denizin üzerine. Mavi üzerinde beyaz ne güzel durur. Deniz dilencileri... Uğrunda el açılacak tek şey bu denizdir, diyor. Oturuyorlar yan yana, mendilleri önlerine seriyorlar... (Koca Denizde İki Nokta, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1973).

 

Günün birinde, radyonuzda abuk sabuk geyik sohbetleri dinlemek yerine, bu oyuna rastgelecek olsanız, gözlerinizi kapayıp hayal dünyasına dalmak istemez misiniz?

 

Selimoğlu, 1980lerden sonra denizlerden ve gemi adamlarından çok, başka olayları, başka atmosferleri, başka insanları anlattı öykülerinde. Ama bir yandan da hepimiz gibi denizlerimizin kirlenmesine, kıyılarımızın bozulmasına üzülüyordu. Son kitaplarından biri olan Denizlerin, İstanbul’da bu konuda duyduğu burukluğu, hayal kırıklığını ve umutsuzluğu okuyoruz. İşte Heybeliada denizini dile getirdiği iki bölüm:

 

İstanbul’un şu dört adalı denizi bundan yirmi yıl önceki deniz değildi artık. Eskiden - çok pek eskiden de değil - bir sandalın başından eğilip baktığında dibi görünürdü denizin. Güneş ışınlarının dipteki kumlara ulaştığını, kumları apaçık bir sarı renge sarıp sarmaladığını, yosunu tam sağlıklı bir yeşile, bir kaya parçasını unutulmaz bir kurşunîye, bir karagöz sürüsünü ışıltı ve pırıltıya boğduğunu görürdü. Deniz dibi ressamları, has boyalar, tertemiz fırçalarla işe koyulurdu bundan yirmi yıl öncesinin denizini boyarken... Şimdi ... ada denizleri de yoğun bir yosun ölüsü, çöp ve meduza saldırısı altında yaşıyordu; yaşamıyordu, can çekişiyordu. Tam ortalarındaki, her şeyi görebilen dört gözleri ve plastik vücutlarıyla meduzaları düşman bir kıtadan, belki de, battı sanılan Atlantis’ten gönderilmiş öncüler gibi görmek eğilimi onda günden güne ağır basıyordu. ... Baş edilmez ağır ve zehirli tanklar kimliğinde, adaların denizinden adaların tepelerine doğru tırmanmaları için geriye sayma başladı başlayacaktı. Onlar ilerlerken, çok yukarıdan bakıldı mı, altlarında kalan her şeyin, bağların, bahçelerin, yolların, yokuşların havasız kalıp can vermesi, devcil meduzaların buzlucam yarı saydamlığındaki, ama tank zırhı gücündeki vücutları altında görülecekmiş gibiydi.

 

Semih Balcıoğlu Karikatürü

Benim çocukluğum, Suadiye ile Bostancı arasında, bugün Semih Balcıoğlu’nun meşhur karikatüründe olduğu gibi çok katlı apartmanların arasına sıkışmış kalmış olan ahşap köşkte geçti. O zamanlar köşk değildi tabii, kıyıdaydı, yalıydı. Önündeki iskeleden attığım oltayla, şimdiki çocuklar gibi birkaç kıraça değil, al kırmızı haniler, kırlangıçlar, çinakoplar hatta mercanlar bile tutardım. Bugün, Zeyyat Selimoğlu’nun şu satırlarını okuduğum zaman nasıl ağlamam?

 

İstanbul denizinin Anadolu kıyısında nasıl yozlaştığının en çarpıcı kanıtı yine o kıyıdaki seçkin bir kulübün tam da önündeki bir deniz parçasıydı. Orada türeyen ve üreyen koli basillerinin eşini hiçbir koli basili pazarında bulabilmek olanağı yoktur, boşuna aramayın! Son moda bikini ve tangaların, en çağdaş çantaların, havluların, bornozların, binbir çiçek kokusundan damıtılmış kremlerin, bronzlaşma çağının en etkin yağlarının hemen yanıbaşında deniz leşlerinden süzülerek gelmiş mafya baba mikroplar, kıyıdaki sulara ölümsüzlük aşısıyla yerleşmiş, formülü bulunamamış besili, şişko, zaharoflu basiller, çeşitli sokaklardan akıp gelmiş, özlemle birbirine kavuşmuş, birbirini kucaklamış Lağımzade çirkef suları ve sığdaki dibe ayak değdikçe havalanan, bulanık yüzeye doğru yükselen kapkara bir deniz dibi dumanı: Daha neleri de neleri içinde barındırdığı bilinmeyen bir kara su!

 

Doğan Hızlan, onun ölümü üzerine yazdığı ağıtında şöyle demişti:

 

Artık Nişantaşı’ndaki Sezai Selek Sokağı’ndan geçerken kafamı öne eğeceğim. Apartman camlarına bakamayacağım. Çünkü Zeyyat Selimoğlu’nun penceredeki yüzünü göremeyeceğim. ... O çok sevdiği Heybeliada’da mezarında deniz adamlarını özlüyor, biz de onu (Penceredeki Yalnız Adam, Hürriyet, 3 Temmuz 2000).

 

 

  Denizi Yazanlar sayfasına dönmek için tıklayınız.