MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



YILDIZLARIN ALTINDA


Bugün Temmuz’un onyedisi. Bütün gün kolayına fırışka bir rüzgâr esti; herkesin keyfini getiren bir yelken seyri yaptık. Akşam üzerine doğru hava kaldı; gelip bu ıssız, sakin koya, Nergis koyuna demirledik. Dersin ki dünyada bir biz, bir de uçsuz bucaksız evren var. Deniz yok; su o kadar berrak ki Çilingoz sanki şeffaf, firûze bir halı ile gök arasında, boşlukta asılı duruyor. Güneş de vardı ama o biraz önce tepelerin arkasında kayboldu. Önce, başucu morumsu lâcivert, tepelerin sırtı eflâtun oldu; alacakaranlık yavaş yavaş hüküm sürmeye başladı. Gökte ufak yakamozlar oynaşmaya koyuldular. Sonra başucu zifirîye döndü, tepelerin sırtı puslu bir deniz gibi gökle kaynaşıp kayboldu. Giderek yakamozlar kara bir kubbede uçuşan ateşböceklerine dönüştüler. Samanyolu, “mavi nurdan bir ırmak” gibi akmaya başladı.

 

Vakit geceyarısını bulduğunda güverteye uzandım, ellerimi ensemin altında kenetledim. Evren o kadar büyük ki! “Uçup bir köşesine gitsem ve bu âsûde koya baksam” diye düşündüm; ben evrende neyim ki, olmuşum olmamışım, ne yazar? Ama yine de varım; ben olmasam, evreni ve onun içinde kendi yerimi kavramasam, evren olmuş olmamış, ne yazar?

 

Bu gece, ay kendi köşesine çekilip gizlenmiş; yerini sessizce yeni aya bırakmaya hazırlanıyor. Hani nerdeyse beni düşünmüş, yıldızları daha iyi seçeyim diye göğü aydınlatmamak istemiş. Yukarıya baktım; kimi parlak, kimi sönük, kimi pırıl pırıl, kimi ışıldayan, yanıp sönen milyarlarca yıldız. Üç bin yıldan fazladır, insanoğlu, hangisi nerededir diye bulabilmek için yıldızları bir araya getirip takımyıldızlar oluşturmuş. Kimisi hayvan, kimisi uydurma hikâye kahramanı biçiminde. Zamanla bazıları kalmış, bazıları değişmiş, yenileri oluşturulmuş. Günümüzde ise gök, 88 takımyıldıza parsellenmiş durumda. Çapları çıkartılmış gibi hepsinin sınırları belli. Denizcilere İlanlar’da atış talimi yapılacak diye duyurulan sahalar var ya, onların koordinatları gibi takımyıldızların da göksel koordinatları ve sınırları belli. Bu takımyıldızlardan bazılarını aşağıdaki şekilde gösterdim; bunlardan yeri geldikçe söz edeyim diyorum. Tesadüf bu ya, o çizim tam da yıldızların bu gece, geceyarısı aldıkları konuma denk düşüyor. (Not 1)

 

Temmuz Ayı: Geceyarısında Gökkubbe

Tam karşımda Demirkazık (Kutup yıldızı) duruyor. Aslında gördüğüm o değil, onun 680 yıl önce yaydığı ışık. Şimdi gerçekten var mıdır, yoksa o arada bir karadeliğe düşüp gitmiş midir, bilemiyorum ki. Kulağımın kenarında Kitab-ı Bahriye’den bir fısıltı; Pirî Reis şöyle diyor:

 

Bu şimâlün kevkebin (= yıldızını) dut aklına

Kim Demürkazık da dir Etrâk (= Türkler) âna

Kimi yılduz deyü söyler ayân.

 

Yılduzın görmek dilersen gicedür

Kutba yakındur o kevkeb bil ayân

Seyri azdur ânın içün her zaman

Tâ karar üstünde sanur ba’zılar

Ol karar itmez diyor hep yazılar

Bir kulaç yer devreder ancak hemân

Böyle halk itmiş (= yaratmış) ânı ol müste’ân (= yardım eden).

 

Demirden bir kazık çaktım göğün kutbuna, ucuna da bir halat toka ettim. Öteki ucunu sol elimde sıkı sıkı tutuyorum. Sıkı tutuyorum kaçmasın diye, çünkü bu halat oldu evrenin ekseni. Sağ elimin başparmağını kendime doğru, halata koşut tuttum. Evren bir dönme dolap, halatın çevresinde parmaklarımın yönünde dönüp duruyor. Bu gece, yarın gece, her gün, her gece gök bu halatın çevresinde günde bir tur dönecek. Ondan dolayı yıldızlar, gökte her saat farklı yerleri mekân tutacak. Ayrıca, yıl boyunca yavaş yavaş bir kere daha dönecek ki, yılın değişik gecelerinde yıldızlar aynı saatte biraz farklı yerlerde görünecekler.

 

Büyükayı

Demirkazık’ın yerini bulmayı Bostancı İlkokulu’nda rahmetli Behice öğretmenim belletmişti. “Büyükayı’daki kepçeyi sapından tut, ucundaki iki yıldızdan geçen bir doğru çiz, onların arasını beş kere yukarı doğru git” diye. Kepçesini anlamıştım ama neden ayı oluyor, onu pek çözememiştim. Daha sonraları, eskilerin “Yediger Yılduz” dedikleri kepçenin civarında, onlar kadar parlak olmayan yıldızları da farkedince dank etti neden ayı dendiği. Eski adı Arapça’dan “Dübb-ü ekber” yani büyük ayı. Ama göğe bakan herkesin de bu takımyıldızda aynı ayıyı gördüğünü sanmamalı. Büyükkepçe’yi Babil’de “Büyük Araba” ya da “Kağnı” olarak görürlermiş. İngilizlere göre “Saban”, kuzey Avrupalılara göre ise “Üç Atlı Araba”dır.

 

Eski devirlerden beri takımyıldızların adları ile onların çok belirgin yıldızlarının adları hep birbirinin yerine kullanılmıştır. Örneğin, Büyükayı’nın en parlak yıldızı kepçenin ağzında yer alan yıldızdır. Arapça “dübb”den bozma olarak günümüzde “Dubhe” diye bilinen bu yıldız da uzun zamanlar Büyükayı anlamında kullanılmış.

 

Ben sakin ve korunaklı bu koyda demirli olarak, göğe bakıp

 

Benim gönlüm sarhoştur

Yıldızların altında

Sevişmek ah ne hoştur

Yıldızların altında

 

diye terennüm ediyor, gevezelik edebiliyorum. Ama yıllar önce, karadan uzak, açık denizde korku ve kaygılar içinde seyreden denizciler için, yıldızların altında olmanın anlamı bambaşka idi şüphesiz. Küresel konumlandırma sistemi (GPS) çıkıp da mertlik bozulmadan önce, açık denizde konum koymak için gök cisimlerinden, öncelikle güneşten, geceleri de yıldızlardan yararlanılırdı. Deniz almanaklarında bu amaçla kullanılan 58 yıldızın göksel konumlarına ilişkin bilgiler bulunur. Göksel seyir için kullanılan bu yıldızların 18 tanesini gökkubbe şeklinde büyük, siyah noktalar biçiminde gösterdim, adlarını da ilgili takımyıldızlara ait şekillerde yazdım.

 

“Demirkazık” ve “Dubhe”, yüzyıllar boyunca denizlerde seyredenlerin yol göstericisi olmuştu. Homeros, miattan öce dokuzuncu yüzyılda kaleme aldığı Odisseia’da, kral Odisseus’un tanrıça Kalipso’dan ayrıldıktan sonra sal ile seyrini şöyle anlatmış: “Dümenin yanında oturup ustaca salı yönetiyordu: göz kapaklarının üstüne asla uyku düşmiyerek. ... Kağnı adiyle de anılan Ayı’yı, yerinde dönüp Okeanus’un hamamlarına dalmayan bu biricik yıldızı gözetliyordu. Tanrıçaların en tanrısalı Kalipso’nun öğüdü: açık denizden gitmek ve daima Ayı burcunu (= Dubhe’yi) sol kolda tutmaktı.” Pekiyi de, Demirkazık duruken neden Dubhe’ye yüz versin ki Odisseus? Bunu anlamak için, Kilikya’da Mersin civarındaki Mezitli köyünü, o zamanki adıyla Soli’yi mekân edinmiş bir bilim adamına, Soli’li Aratus’a (M.Ö. 315-240) kulak verelim. Takımyıldızlar ve diğer gök olguları hakkında yazdığı Phaenomena (Görüngüler) adlı eserinde, Akalılar ile Fenikelilerin seyir için kullandıkları yıldızları şöyle ayrıştırıyor: “Kutbu çevreleyen iki ayı beraber döner, birine Cynosure (= Köpeğin kuyruğu, Demirkazık) diğerine Helice (= Büyükayı) derler. Akalılar (Grekler) denizde ne yöne seyredeceklerini Helice’ye göre çıkarırlar, ama Fenikeliler denizleri geçerken ötekine güvenirler. Erkenden beliren Helice parlaktır ve kolayca bulunur, ama öteki ufaktır. Yine de denizciler için daha iyi; çünkü kutbun çevresinde daha ufak bir yörüngeyle döner. İşte onun kılavuzluğuyla Sidon’un adamları (Fenikeliler) en düzgün rotayı tutarlar”.

 

Adlar vardır kültürden kültüre seyahat ederler, gidip gelirken de kılık değiştirirler. Örneğin “beyarmudu” diye bildiğimiz mevye, eski deyişle “beg armut”, Akdeniz üzerinden İtalya’ya varmış, orada “bergamotta” olmuş sonra da bize “bergamot” diye geri dönmüştür. Bugün herkes bayıla bayıla bergamot reçeli yer ama kimsenin aklına ona beyarmudu reçeli demek gelmez. Onun gibi, yıldız adları da genelde önce Mısır ve Grek kültürlerinde kaynaklara geçmiş, özellikle de Batlamyus (108-168) tarafından Megalo Sintaksis tis Astronomias (= gökbilimin büyük sistemi) adlı eserinde derlenmiştir. Bu eser, El Sufi (= Abdurrahman eb-ul Hüseyin, 903-986) tarafından 946 yılında Kitab-ül micestî adıyla Arapça’ya çevrilmişti. Batlamyus’un kitabı, Avrupa’nın karanlık çağlarında unutulup gitti. Ama çevirisi sonraları Arap diyarından geri dönmüş ve 1515’te Venedik’te Arapçasından bozma bir adla, Almagest adıyla yayımlanmıştır. Öte yandan, büyük Türk gökbilgini Âlâ-üd devlet Mirza Gürkan Uluğ Bey’in (1394-1449) Kitâb-ül micestî’den büyük ölçüde yararlanarak yazdığı Zîc-i Uluğ Beğ adlı zayiçe (= yıldız kataloğu) aynı dönemde batı dünyasının temel kaynağını oluşturduğu için, yıldız adları batıya, Arapça’dan bozulmuş adlar olarak geri gelmiştir.

 

Biz de yeni harflere geçtiğimiz dönemde, eski yazılı kültürümüzü terkettiğimiz ve batı kültürünü benimsediğimiz için, bugün kullanmakta olduğumuz yıldız adları genelde batıdan gelen bu bozulmuş Arapça adlardır; Büyükkepçe’nin dudağındaki “Dubhe” gibi. “Dubhe”nin eski adı Arapça’dan “Zahr-üd dübb” (= ayının sırtı) ya da Farsça’dan bozma olarak “pişt” (puşt = sırt) dir. Bugün bu yıldıza, ne anlama geldiğini bilmediğimiz Latince bozuntusu bir ad vermek yerine “Ayısırtı” gibi bir ad verseydik de herkes anlasaydı fena mı olurdu? Gerçi bazı başka yıldızlar için bu yapılmıştır. Ama Türkçe’nin en büyük sorunlarından biri olan terim kıtlığı sorunu, kendini yerde gökte ve daha birçok yerde göstermektedir. (Not 2)

 

Büyükayı’da yer alan diğer seyir yıldızları “Alioth”, “Mizar” ve “Alkaid” ya da “Benetnaş”tır.  Merhum Kıdemli Yüzbaşı Sıtkı, Seyrisefainde Müstamel Yıldızlar Atlası adlı çeviri eserinde “Alioth”un eski adını “Elyus-ül cevs” olarak veriyor. Bunun ne demek olduğunu tam olarak çözemedim. “Yuz” Farça pars demek, “cevs”in de Arapça “cevn”den (= kara at) geldiği söyleniyor; ama Büyükayı ile ilgisi nedir, belli değil. Üstelik Türkçesi de yok. “Mizar” doğrudan Arapça “mi'zâr” (= örtü, peştemal) sözcüğünden gelme. Eskiden “Inak-üd dübb” (= ayının boynu) dermişiz.

 

“Benetnaş” yine Arapça “Benât-ün na’ş” (= tabut için yas tutan kızlar) sözcüğünün pek de bozulmamış bir biçimi. “Alkaid” de deniyor. Bunların kökenini ve anlamını çözmek için önce Büyükkepçe’yi kutbun etrafında yavaş yavaş yürüyen bir cenazeye, tasını ise cenazenin naaşına benzetmek gerek. Öyle bakarsanız, ayının kuyruğundaki üç yıldız, tabutun arkasından yürüyen üç kız olur. En arkadaki de, eski deyişimizle “Kait” (= mîr, komutan), “Kaid-ül benat-ün na’ş” yani tabut için yas tutan kızların mîri olur. Eski şairler bu üç yıldız için “hiçbir işe yaramayan, doğmaları ve batmaları yağmur getirmeyen kişiler” demişler.

 

Göksel seyir yıldızı olmadığı halde, adı Sühâ olanları özellikle ilgilendirecek ilginç bir yıldız var Büyükayı’da. “Mizar”ın hemen yanında yer alan ve çıplak gözle oldukça zor ayırdedilebilen, ufak bir yıldız. Batıda adı “Alcor”, yine Arapça “al havvar” (= sönük olan, hor) dan bozma; biz ise Sühâ diyoruz ki o da Arapçada “unutulan ya da ihmal edilen” demek. Eskiden denize çıkacak olanların ne derece iyi gördükleri, Mizar ile Sühâ’yı birbirlerinden ayırdedip edemedikleri ile sınanırmış.

 

Küçükayı

Küçükayı’nın büyük ağabeyi kadar ünü yok anlaşılan; Demirkazık’ı uzun kuyruğunun ucunda taşımaktan başka. Bu yıldıza eskiden doğrudan “Yılduz” dermişiz. Rivâyete göre de İstanbul’un fethinden sonra bir süre gökten kaybolmuşmuş güyâ; herhalde yas tuttuklarından batılılar böyle düşünmüş olmalı. Eski dilimizdeki adları Farsça’dan “Dünbâl” (= kuyruk) ve Arapça “zeneb” (= kuyruk) dan gelme “Zaneb”. Latince adı ise Stella Polaris (= kutup yıldızı) ki kısaltma ile “Polaris” olarak biliniyor. O kadar meşhur bir yıldız ki benim terzim bile dükkânının adını Polaris koymuştu. Bir zamanlar Stella Polaris adında bir gezi gemisi sık sık İstanbul’a gelirdi, kardeş gemileri Stella Maris (= deniz yıldızı) ve Stella Solaris (= güneş) ile beraber. Şu sıralarda ise terliklere, pabuçlara musallat oldu Polaris.

 

Küçükayı’nın da bir kepçesi var: Küçükkepçe. Bizim mutfakta bir çaydanlık var, sapı aşağıya değil de, her nedense yukarı bakıyordu. Ne zaman çay yapmaya kalksam, buharı elimi haşlıyordu. Sonunda küçük bir vidası olduğunu, onu gevşetip sapını çevirebileceğimi keşfedince adama döndü. Küçükkepçe de onun gibi acayip birşey. Ağzındaki yıldız, göksel seyirde kullanılan yıldızlardan bir diğeri. Adı “Kochab”, Arapça “kevkeb” (= yıldız) dan bozma, Türkçesi yok. Kochab, Küçükayı’nın ensesine yakın olan “Pherkad” (Arapça ferkad = ceylan yavrusu) adlı yıldız ile birlikte ufak bir yıldız kümesi oluşturur; eskiler buna “Ferkadeyn” (= iki ceylan yavrusu) adını verirlermiş. Ferkadeynin parlak olanına, yani Kochab’a, eskiden “Enver-i ferkadeyn” (enver = daha parlak) denirmiş. Bugün, örneğin, “Parlakceylan” desek fena mı olur?

 

Ejderha

Demirkazık’a toka ettiğim halata bakınca sanki ona sarılmaya hazırlanan kuyruklu bir hayvan görür gibi oldum; aklıma ortaçağda seyre çıkan denizcilerin uydurdukları hayvan öyküleri geldi. Örneğin, Guadalupi ve Shugaar'ın yazdıkları Ekvator Hikâyeleri adlı kitapta anlatılan öykü gibi: “Denizciler tıpkı bir geminin yelkenine benzer şekilde sırtında büyük kanatçıklar taşıyan dev balıktan; insan yüzleri olan başka bir balıktan; ... denizin üstüne doğru uzattığı dar, uzun bir dille dalgaları kaynatıp, gemileri yutmasına yol açan beyaz bulutlardan; ... dalgalar arasından çıkıp kuru kumsala değer değmez taşa dönüşen kerevitlerin yaşadığı adalardan söz etmişlerdi”. Yoksa bu garip mahlûklardan bir “Ejderha” kaçıp da Küçükayı ile Büyükayı arasına yerleşmiş olmasın?  Zavallı bir hali var bu ejderhanın, çünkü yıldızları ayılardakiler kadar parlak değil. Alnında bulunan parlak yıldız, göksel seyirde kullanılan tek yıldızı. O da Ejderha’nın adı ile aynı adı taşıyor: “Eltanin”; bazan “Etamin” de deniyor. İki ad da Arapça “tinnîn” (= ejderha) dan bozma.

 

Dünya, kendi ekseni etrafında bir topaç gibi döner. Ekseni de topacın ekseni gibi konik bir devinim yapar. Bu devinim sonucu, göğün ekseni 28 bin yılda bir tur tamamlar. Bugünlerde eksenin ucu Demirkazık’ı gösteriyor; aslında tam değil ama o kadar kusur kadı kızında da bulunur. Bu gece değil de, bundan beş bin yıl önce Nergis koyuna gelip demirlemiş olsaymışım, elimdeki halatı Demirkazık yerine ejderhanın gözüne, yani Eltanin’e bağlamam gerekirmiş çünkü evrenin ekseni o vakitler oradan geçermiş. Gözü dünyaya bakan bir ejderhanın sürekli gözetimi altında yaşamayı gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Tevekkelli o sıralarda Mısır’da piramitleri inşa ederken, giriş tünellerini Eltanin’den gelen nurlu ışık dosdoğru içeri girecek biçimde yönlendirmişler korkudan.

 

Başımı biraz geriye yatırıp başucuna ve batıya doğru baktım. Gözlerim kum tanecikleri gibi dağılmış yıldızların arasından diz çökmüş birini seçer gibi oldu. Eskiden “Câsî” (= diz çöken) dediğimiz bir güçlü bir adam, bugünkü adıyla “Herkül”, kafama vuracakmış gibi bana bakıyor.

 

Herkül

Gerçi onun göksel seyirde kullanılacak parlaklıkta bir yıldızı yok. Ama imgesi ve hikâyesi o kadar yaygın olarak biliniyor ki sözünü etmeden geçemedim. Herkül, Grek esâtirinin önemli kahramanlarından biri: hem tanrı Zeus’un oğlu olmakla ölümsüz, hem de fâni Alcmene’nin oğlu olmakla fânidir. Zeus’un karısı Hera’ya göre ise gayrımeşru bir aşk çocuğudur. Hera’nın onu affetmesi için on iki zorlu sınavdan geçmesi gerekir. Bu oniki sınavın da gökteki oniki burç ile imgelendiği rivâyet olunuyor. Herkül, bu sınavlardan sonuncusunda, dünyayı omuzlarında taşıyan Atlas’ı kurnazca aldatmış ve Hesperides’in elmalarını ele geçirerek affolmuş. İşte sol elinde tuttukları o elmalar.

 

Gözlerim gökte dolaştıkça kendimi, kendime şu soruyu sorarken buldum: “Ben bu güvertede tembelce yatıp zevzeklik etmek yerine, gökte denizcilere yol gösteren bir yıldız olsaydım, adım ne olsun isterdim? Kazık olsa, ayısırtı olsa, ya da yas tutan kız olsa çok mu hoşuma giderdi?” Tabii ki hayır, ama ceylanlardan biri olmayı yeğlerdim. Hele hele “İnci” gibi bir adım olsa, daha güzeli ne olabilir ki? İyi ki gökte o da var. Herkül’den biraz batıya doğru bakınca bir çanak var, adı “Fekke-i şimalî” (= kuzey çanağı). Bugün Latincesini kullananlar “fekke” (= çanak) dan bozma “Alphecca” adını kullanıyorlar, biz ise Kuzeytacı diyoruz, taç biçiminde olduğu için. (Şekil 16)

 

Kuzeytacı

Bu tacın, bir zamanlar Girit’te kral olan Minos’un kızı Ariadne’nin tacı olduğu söyleniyor. İnsanoğlu garip bir yaratık değil mi; prenseslerin tacını alıp göklere takıverir işte böyle. Tacın en parlak yıldızına da İnci adını vermişiz. Bu ad Latince “Gemma”nın (= mücevher) çevirisi. Eskiden ise “Neyyir-i fekke-i şimalî” (= kuzey tacının parlak olanı) dermişiz.

 

Göğü seyrede seyrede karnım acıktı, canım şöyle tatlı bir şey yemek istedi. Ama kalkıp kamaraya inmeye, var mı yok mu diye bakmaya üşenirken gözüm gökte Kuzeytacı’nın biraz batısında bir külâh dondurmaya takılmaz mı? Tabii gökteki takımyıldızlar oluşturulurken dondurma falan gibi nefis tıkınmalıklar yoktu. Şimdi gökte gördüğüm dondurma külâhı, aslında “Çoban” takımyıldızı idi. Çoban, öyle bildiğiniz koyun, keçi çobanı falan değil, ayıları evrenin ekseni etrafında güdüyor. Sol elinde tuttuğu köpekler de ayıları havlıyarak kovalıyor. Çobanın eski adı “Avva” (= havlayan köpek), onu da bu köpekler dolayısıyla alıyor. En parlak yıldızına bugün Latincesinden gelme “Arktürüs” diyoruz. Göğün üçüncü parlak yıldızı olan “Arcturus” da aynı ayı kovalama hikâyesini anlatıyor; zira Latince “arco” (= korumak) ve “ursa” (= dişi ayı) dan türemiş. Bugün kutup bölgesini Arktik olarak adlandırmamız da bu yıldızdan kaynaklanıyor. Eski dilimizdeki adı olan “Simâk-ür râmih” (= süngü saplayan), Arapların çobanın sağ elinde topuz yerine bir süngü görmelerinden kaynaklanıyordu herhalde.

 

Çoban

Arktürüs, geçen yüzyılda, adı oldukça sık duyulan, meşhur bir yıldız idi. Şöyle ki, ışığı 1933 Şikago dünya fuarı açılışının alâmet-i fârikası olarak kullanılmıştı. Nasıl mı? Ondan kırk yıl önce, 1893’te de bir Şikago dünya fuarı daha yapılmıştı. O fuarın açılışı sırasında Arktürüs’ten yayılan ışığın, kırk yıl sonra 1933’teki fuarı açmakta kullanılmasının fiyakalı bir numara olacağı düşünülmüştü. Arktürüs, aslında dünyaya 36,7 ışık yılı uzaklıkta. Aradaki fark ham hum şaralopa getirilip, onun teleskopla toplanan ışığı bir fotosele yöneltilmiş ve yükseltildikten sonra 1933 fuarının ışıklarını yakmıştı. Dedim ya, insanoğlu, bu gibi numaraları kurgulayan garip bir yaratık!

 

Astronomiye (= gökbilimine) saygım ve hayranlığım olduğu kadar, astrolojiyi (= yıldız falını) da aynı derecede saçma, abuk sabuk, aptalca bir inanç olarak görürüm. İnsanların, kendi kaderlerinin bundan yüzlerce, binlerce yıl önce olup bitmiş gök olayları tarafından belirlendiğine inanmalarını, sıfır numara hamâkat (ahmaklık, bönlük) bulurum. Bundan dolayı, astroloji “yok” mertebesinde sayıp, burçlar kuşağı üzerinde yer alan takımyıldızların hiçbirinden söz etmemeye karar vermiştim. Ama insanın karısı ve oğlu Akrep burcundan olunca evdeki hesap çarşıya uymuyor. “Sen nasıl olur da bizim burcumuzdan söz etmezsin yazında” diye başlayan bir aile kavgasına yol açmamak için onu da göğün lodosuna doğru sıkıştırıverdim. Mübarek şeyin yıldızları öyle bir dizilmişler ki gökyüzüne, sanki “biz akrebiz de akrebiz!” diye bağırıp durmuyorlar mı?

 

Akrep

Akrebin yüreğine giden yol da insanlarınki gibi karnından geçiyor olmalı ki en parlak yıldızı olan “Akrepyüreği”, karnının ortasında. Bugün kullandığımız ad, eski adı olan “Kalb-ül akreb”in doğrudan çevirisi. Latincesi olan “Antares” ise, Greklerin savaş tanrısı olan Ares’in (Latincesi Mars) benzeri (anti) olarak görülmesinden türemiş. Neden derseniz, Akrepyüreği, güneşin çapının 400 kat büyüklüğünde dev bir yıldızdır, fakat daha soğuk olduğu için beyaz yerine kırmızımsı bir ışık yayar. Bu rengiyle de Merih gezegenine, nam-ı diğer Mars’a rakip olur.

 

Akrep’te yer alan diğer seyir yıldızı ise, akrebin kuyruğunda yer alan “Şevle”dir. Şevlet, Arapça akrebin kuyruğundaki iğne demek. Bu sözcükten bozularak Latinceye “Shaula” olarak geçmiştir. Keşke biz de “Akrepiğnesi” falan gibi bir sözcük kullansak.

 

Göğe baka baka hem boynum tutuldu, hem de evrenin eksenini elimde tutmaktan yoruldum, uykum geldi. Göğün batısındakileri temaşa ettim bu akşam; doğu tarafında kalan takımyıldızları sonraya bırakayım; çünkü Ağustos’ta onlar başucuna daha yakın bir konuma gelip daha belirgin olarak görülecekler. (Not 3)

 

Haydi ben yatmaya gidiyorum, herkese iyi geceler!

 

NOTLAR

 

(1) Şekil 11’de doğu ile batının yerlerini yanlış yazılmış gibi algılayabilirsiniz. Bunun nedeni çizimin yerden yukarı doğru bakınca görülen göğü göstermesidir. Çizimi başınızın üstünde, kuzeyi kuzeye gelecek biçimde tutarsanız, bu yönler doğru olarak yerlerini alırlar.

 

Şekil 11, 17 Temmuz gecesi geceyarısında İzmir’den görünen göğe göre düzenlenmiştir. Eğer 17 Temmuz geceyarısından sonraki bir saatte, ya da sonraki bir gün sonra bakarsanız, şekilde görülen gök, Demirkazık’ın çevresinde, her gün için bir derece ve her saat için 15 derece olmak üzere, saat yönünde ileriye dönmüş olacaktır. Geceyarısından önceki saatler ya da önceki günler için ise geri kalacaktır. Örneğin, 19 Temmuz gecesi saat 2’de gök 32 derece ileri dönmüş olacak ve Akrep takımyıldızı lodos yönünde batmaya başlayacaktır.

 

Dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir saatte göğün durumunu görebilmek için internette çok güzel, etkileşimli bir site var: http://www.skyandtelescope.com/interactive-sky-chart/

 

(2) Yıldızların adları, anlamları ve kültürel hikâyeleri için de naçiz kulunuzun Yıldız Adları Sözlüğü adlı kitabına bakabilirsiniz.

 

(3) Gökte olup bitenleri daha ayrıntılı tanımak isteyenlere M. Emin Özel ile Talat Saygaç’ın yazmış oldukları Gökyüzünü Tanıyalım adlı kitabı almalarını öneririm. Bu kitabın eşinde iki adet de ses kaseti var. Gece vakti hem göğe bakabiliyor hem de gördüklerinizin ne olduğunu kasetten dinleyebiliyorsunuz. Harika bir eser.

 

  Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.