DİLİMİZ TÜRKLİŞLEŞSE Mİ TÜRKLİŞLEŞMESE Mİ?
2 Şubat 2000 günü, cumhuriyet tarihimizin en önde gelen mekânlarından biri olan Ankara Palas’ta özellikle düzenlenmiş bir tören vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk Kültür Bakanı”nın, Türk kültürü ve edebiyatının tanıtılması için yaptığı olağanüstü katkıları anlattı ve kendisine özel bir ödül verdi. Törende Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı da bir konuşma yaparak Kültür Bakanı’nı övdü ve başarılı çalışmalarından dolayı kutladı. Kültür Bakanı ise şükranlarını belirttiği konuşmasını edebiyatçı kişiliğine yakışan bir manzume ile süsledi. Törenden sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, üzerinde boydan boya büyük harflerle Republic of Turkey yazan resmî devlet uçağına bindi ve Yunanistan’a uçtu.
“Aferin bakanlarımıza! Ne güzel bir kadirşinaslık örneği göstermişler. Ne var ki bunda, mesele yapacak!” mı diyeceksiniz?
Şu var ki, bu konuşmaların hepsi İngilizce olarak yapılmıştı.
Bu olay, insanlarımızın dilimize gösterdikleri umursamazlığı, dilimizin içine düşmüş olduğu fâciayı gözler önüne seren bir şâhika olarak kaldı hep benim gözümde. Daha nereye vardırabiliriz ki kendi dilimizi hor görmeyi, İngilizce sözlükleri gitgide dilimize doldurmayı? Burada imamla cemaatin doğal gereksinmelerini gidermelerine ilişkin bir durum var diye de düşünebilirsiniz. Var da, sorun, bundan daha ne kadar müşahhas bir biçimde örneklenebilir ki?
Konuya bu kapıdan girdikten sonra, başka yönlerini görmezden gelip, kendi çevremize şöyle bir göz atalım. Acaba amatör denizciler, yelkenciler olarak bizim davranışımız, değerli bakanlarımızdan çok mu farklı? Biz, acaba, cemaat olarak dil sorunlarına onlardan farklı mı yaklaşıyoruz? Gelin, önce yüzbinlercesinin arasından gelişigüzel çıkarılmış birkaç örneğe bakalım:
Denize çıktığınız zaman yahut da vaktiniz olduğunda yat limanlarına uzanıp tekne isimlerine şöyle bir göz atın. Doğrudan İngilizce ya da esprili bir isim koyma niyetiyle, “eskidji” gibi, “mydonose” gibi, Türkçeden çarpıtılarak İngilizce yazılmak istenmiş veya İngilizce sözcük oyunlarıyla düzenlenmiş o kadar çok tekne adı göreceksiniz ki. Hatta, sahibinin adı İngilizceye çevirilerek konmuş tekne isimleri bile var. Amatör denizcilik dergilerinin isimleri İngilizcemsi isimler olmaya başladı. Dergilerde İngilizce ürün ilânları aldı başını yürüdü. Yat limanlarımıza “marina” demeye alışmıştık nerdeyse ama onların adı bile ufaktan ufaktan port olma yolunda.
Bu gibi örnekleri sıralayarak sayfalar doldurmak mümkün. Demek ki cemaatimizin dili de sayın bakanlarımızla aynı hastalığa tutulmuş; gitgide, kimi doğru, kimi yanlış, kimi yalan yanlış İngilizce sözcüklerle doluyor. Bu biçimde oluşan dile ben Türkliş diyorum, İngilizcenin Türkçemizin kuyruğunu kemirmeye başlamasına kinâye olarak. Yazının başlığını da o isimden hareketle koydum.
Dilimizin içine düşmekte olduğu bu genel durumu hepimiz gözlüyoruz. Bazılarımız olup biteni çok doğal karşılıyor, Avrupalılaşmanın sonucu, bir dünya kültürüne dönüşmenin işareti diye düşünüyor, hatta içten içe kıvanç duyuyor. Ben de dahil, bazılarımız ise kızıyoruz, hem de çok. Öyle şeyler görüyor, öyle şeyler duyuyoruz ki tüylerimiz diken diken oluyor. Ama ne yazık ki, söylenmenin ötesinde elimizden pek birşey gelmiyor.
Durum böyle. Peki, bütün bunlar neden oluyor?
Dilimizin yozlaşması konusunu bir tek nedene bağlı olarak açılamak olanaklı değil tabii. Birçok etkenin bir arada bulunarak, birbirlerine bağlı ve etkileşim halinde olması, birbirlerinin etkisini büyütmesi biçimde gelişiyor. Bazıları genelgeçer etkenler, her alanda görülebilir; bazıları ise denizciliğin sorunlarına özgü. Bu etkenlerin neler olduğuna kısaca bir bakalım; daha genel olanlardan denizciliğe özgü olanlara doğru bir sıra izlemeye çalışarak.
İnsanoğlunun en temel gereksinmelerinden ikisi, kişilik ve aidiyettir. Kişi, kişiliğini, kendi özellikleri ve davranışları ile olduğu kadar, bir topluluğa ait olarak, kendini onun parçası görerek de bulur. Kullandığı dil de bu duygunun en belirgin ifade biçimlerinden biridir; Türk olan Türkçe konuşur. Öte yandan, çelişkili görünse bile, bu gereksinmenin dilimizin Türklişleşmesinde de önemli bir yeri olduğunu sanıyorum; çünkü “batılı” olmak toplumumuzdaki insanın en çok özendiği hasletlerden biridir. Bu kapsamda öykündüğümüz, ait olmaya çalıştığımız toplumların dillerini de benimsemek bizi bir derece onlar gibi yapmaz, onların gözünde barbar olmaktan kurtarmaz mı? Onlar ülkemize geldiklerinde onların diliyle konuşmak, onlara yardımcı olmak gibi görünüyorsa da, aslında bizi yüceltmektedir kendi gözümüzde. Bu duygu aidiyetin içleyici yönüdür.
Yatçılık olgusu ise aidiyetin dışlayıcı yönüyle belirgindir; ‘sıradan’ insanların anlayamayacağı yabancı terimler söyleyivermek, bu ‘sıradan’ insanları ait olduğumuz ufak topluluktan dışlamakta kullandığımız bir araçtır. Bu yolla bir tür hizip kurulur. Daha da ayrıntıda, yacht sözcüğünü sahiplenmekle yalnızca ‘sıradan’ olanlar değil, ve hor görülen diğer amatör denizciler, örneğin motor yatçılar da hizipten dışlanmış olur.
Kadim dostum Ergun Çağatay, uzun zamandır yürütmekte olduğu “Türkçe Konuşanlar” projesi kapsamında Litvanya’dan Sincan’a kadar yayılmış çeşitli Türklerin arasında yaşayıp kültürlerini araştırdıktan sonra şu kanıya vardığını söylüyor: “Türkler, kum gibidir; hangi kaba koyarsan hemen onun biçimini alıverirler.” Bu uyum özelliği, hiç şüphesiz, yaşamda varolmanın ön şartlarından biridir. Bu sayededir ki, biz, Anadolu gibi sayısız uygarlıkların doğup geliştiği topraklara yerleşip başarılı olmuşuzdur. Şimdi de küreselleşen dünyaya uyum sağlamaya çalışıyoruz ve onların dillerini hemen kapıveriyoruz. Ama, şunu da unutmamak gerekir: bu topraklarda her türlü dış kültürün etkisiyle karşılaşmış olsak da kendi kültürümüzü ve dilimizi özümsemişizdir. Yüksek kültürümüz ve dilimiz, Acem ve Arap kültürlerinin etkisinde kalmış olsa bile bunları özümseyip yoğurarak, Osmanlıca dediğimiz bir dili yaratmışızdır. Yoksa, şimdi de bir Türkliş dili mi yaratma yolundayız?
1946 yılında Türkçe’de Kelime Yapma Yolları başlıklı bir eser yayımlayan Besim Atalay, bir dilin zenginleşmesinin iki yoldan olabileceğini yazmış: “Birincisi, dilin ana köklerini ve yerli kelimelerini o dilin kendi varlığından gelmiş olan kurallara göre işletmek ve geliştirmek yoludur. İkincisi, yabancı bir dilden veya birkaç dilden bir takım kelimeler almak yoludur; bu yol çok korkulu ve zararlıdır. Böyle kelimeler o dilin başbelâsı olur.” Türkçemiz aslında sözcük üretebilme ve üretilen sözlükleri benimseyerek kullanma yönünden hiç de kısır bir dil değildir. Yeni beliren toplumsal olguları, ürünleri ve davranışları karşılamak üzere “kapkaç”, “yapsatçı”, “çekyat”, “gerzek” gibi sözlükleri kolaylıkla üretip kullanabiliyoruz. Ama ne yazık ki, toplumumuz, herşeyi olduğu gibi, yeni sözcük üretme yeteneğimizi de siyasal bir tartışma alanı haline getirmiş ve dilin bu doğal gelişme kanalını uydurmacılık adıyla kötülemiştir. Bu tutum yeni sözcüklerin doğmasında ve yerleşmesinde bir çekingenlik duygusu doğurmaktadır. Diğer bir çekingenlik tutumu da kendini, yeni teknoloji ile beraber gelen terimlerin yerine Türkçe terimler koymakta ve kullanmakta gösteren çekingenliktir. Örneğin, İngilizce lifting screw sözcüğü ile gelen ve dilimize yerleşen “liftin uskuru” yerine çok daha kolayca anlaşılan ve dilimizi tırmalamayan “dönger” sözcüğünü kullanan nerdeyse yoktur.
Dilin Türklişleşmesindeki genel nedenlerden bir diğerini Tınaz Titiz, Cumhuriyet Bilim Teknik’teki bir yazısında şöyle açıklıyor: “İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, ‘her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap’ reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.” Bu hastalıktan dolayıdır ki bizim sokağın köşesindeki balıkçı, International Fish Market oldu; sanki adı İngilizce olursa balıkları daha taze olacakmış gibi. Köşedeki tuhafiyeci de öğleyin bir buçuk Adana yemek için Antep Grill House’a giderken kapısına closed yazan bir tabela bırakıyor. Bu hastalığın denizcilik dilimizin de Türklişleşmesinde önemli bir etkisi olduğundan hiç kuşkum yok.
Dilimizdeki yabancı sözcük kargaşasının önemli bir diğer nedeni, Türkçe olsun yabancı dil olsun, kullanılan dilin gerektiği gibi bilinmemesidir. Gerek yazılı basında, gerek televizyonlarda kullanılan dil insanı çıldırtacak düzeydedir. Tınaz Titiz, aynı yazısında şöyle diyor: “Sorunun kök nedenlerinden birisi—belki de başlıcası—insanımızın çoğunun Türkçeyi de bilmemesi, ama reçete uyarınca ‘biliyor gibi yapması ve sanması’dır.” Eğitimimizin genel düzeyi göz önüne alındığında bu kadar cehâletin ancak eğitim ile olabildiği düşüncesine hiç de şaşmamak gerekiyor. Denizcilik dilinin bozulmasıyla ilgili olarak da Teoman Arsay, bir internet sitesinde yer alan yazısında şöyle diyor: “Bu durum, insanların yaptıkları işte kullandıkları özel dili anlamak için titizlenmekten kaçınmalarının bir sonucudur. ... Oysa kullanılan kelimenin anlamı öğrenilmek istenmeyince yapılan işi tarif etmek güçleşir, anlaşmak mümkün olmaz. ... Üstüne üstlük, dil farklılıklarına dayalı bu kargaşa, günümüz denizciliğinde ortak dil olarak İngilizce’nin kullanmaya başlanması ile birlikte daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir.”
Teknolojinin önemli bileşenlerinden biri öznellikler arası varlıklardır; teknik bilgi, çözüm dağarcığı ve dil gibi. Her yeni teknoloji kendi dilini de üretir; diğer bir deyişle, teknolojiyi üreten onun dilini de üretir. Bizim özellikle teknoloji üreten bir toplum olmadığımızı göz önüne alırsak, teknik alanlarda kendi dilimizi kullanmayışımızın nedenlerinden birini daha görmüş oluruz. Teknoloji özümlenmediği zaman, onu kullananlara yabancı olarak kalır; böylece dili de yabancı olur. Denizcilik, bizim genelde pek özümsemediğimiz bir teknik alan olduğuna göre dilini de özümsememiş olmamıza da belki pek şaşırmamak gerekir. Aynı şey genel teknik bilgi için de doğrudur. Bir alanın bilgisini üretemeyen, o bilgiyi ithal edince dilini de beraberinde ithal eder, yalan yanlış kullanır.
Denizciliğin yeni lingua franca’sının, yani ortak dilinin İngilizce olduğu doğrudur; aynen havacılıkta da ortak dilin İngilizce olduğu gibi. Öte yandan, bu gerçek bazı noktaları iyi görmeden ve hiç düşünmeden kabullenmemize yol açıyor. Gelişmiş deniz kültürü olan ülkeler gerektiğinde İngilizce kullanıyorlar ama bu husus, genelde kendi dillerini kullanmalarına hiç de engel değil. Biz, sanki gökten zembille inmişler gibi, çeşitli İngilizce kısaltmaları kullandığımız halde, Avrupalılar kendi dillerinden kaynaklanan kısaltmaları kullanmakta beis görmüyorlar. Örneğin, bizim “Fl” (flashing) olarak kullandığımız İngilizce kısaltmayı, Alman kendi deniz dilinde “Blz” (blitzend), Fransız “É” (éclat), İtalyan ise “Lam” (lampeggiante) olarak kullanmaktadır. Biz neden “Fl”nin ne olduğunu anlamadan ezberlemek zorunda bırakıyoruz ki kendimizi; neden, çok daha kolayca anlayabileceğimiz “Ç” (çakar) kısaltmasını kullanmıyoruz? Büyüklerimiz diyorlar ki denizci dili uluslararası bir dildir (yani demek istiyorlar ki İngilizcedir) ondan dolayı biz de “Fl” yazmak zorundayız. Yok öyle bişey! Alman kitabına, haritasına “Blz”, Fransız “É”, İtalyan “Lam” diye yazıyor. Onlar bizden daha mı az uluslararası?
Amatör denizcilik dilinin giderek Türklişleşmesinin kendine özgü nedenlerinden biri, yelken teknolojisinin buhar ve dizel teknolojisiyle ikame edilmesi sırasında meydana gelen kopukluktur. Gemici Dili’nin yazarı Lûtfi Gürçay’ın öngördüğü gibi eski yelkencilik dilimiz gerçekten de kayboldu. Şimdi onların yerine İngilizce kaynaklardan aktarılan sözcüklerle oluşan bir dil yerleşiyor. Amatör yelkenciliğin ilk yıllarında, yabancı dillerden çevrilen yelkencilik kitaplarında eski yelken kültürümüzden gelen terimlerin kullanılmasına dikkat ediliyordu. Örneğin, İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1927 yılında yayımladığı Mübtediler İçin Denizcilik ve Kotracılık kitabında bu konuya özellikle dikkat edilmişti. Yazımız, Arapça harflerden Latince harflere dönüştükten sonra uzun bir süre yazılı denizcilik kaynaklarının kıtlığı duyulmuştu herhalde. Bu arada tek tük çabalar olduysa da bunların çoğu zaman içinde kaybolup gitti. Örneğin, bugün ancak meraklısının tozlu raflarında ve nasıl olduysa bir kopyası da Millî Kütüphane’de kalmış olan bir kitap, Manfred Curry’nin Yarış Taktikleri (Tâbiyeleri) başlıklı kitap bunlardan biridir. İstanbul’da Türkiye İdman Cemiyetleri İttihadı tarafından 1935 yılında yayımlanan bu kitap gibi diğerleri de yılların geçmesiyle unutuldu gitti. Son yıllarda ise, amatör denizciliğimiz, yelkenciliği yeniden merak etmeye başlayınca, yabancı kaynakları çevirme gereğini duydu. Ama, Sezar Atmaca bu çevirilerden hiç de memnun değil: “Yayımlanan kitapların, var olan kitap sayısını artırmaktan öte bir anlamının olması, eksiklikleri gidermesi, verdiği bilgilerle denizcilik terminolojisini geliştirmesi, eski yayınlarda görülen hatalı terimleri ve kullanımları elden geçirmesi, düzeltmesi, örnek olması, kısacası denizcilik kütüphanemizi zenginleştirmesi beklenir” diyor. Nerdeee? Bu çevirilerde, eski yıllarda gösterilen titizliğin bir damlası bile yok.
Doğrusu, meslek denizcilerinin nasıl eğitildiklerini pek bilemiyorum. Ama, amatör denizcileri yetiştirmekte olan çeşitli kursların bazılarında hiç de onaylayamıyacağım bazı şeyler olduğu anlaşılıyor. Örneğin, Sema Ünlübay’ın Marine Aktüel dergisinde söylediklerine bir kulak verelim: “Ben ... önüme gelen 10 sayfalık test sorularını görünce afalladım, ... tüm terimler İngilizceydi. Eyvah! Ne olacak şimdi? Mesela, hoca ease the main sheet ya da genoa sheet dediğinde, paniğe kapılıp, hapı yuttuk demiştim içimden. Onların sheet dediği benim iskotamdı, tack dedikleri ise tramolam, bear away ise alçalmaktı, daha neler neler... Haliyle CYA’ın kursunu aldıkları için onlar hep İngilizce öğrenmişlerdi, ama o gün herşeyi tek tek sorarak açığımı tamamladım.” Ben, kaç kez Ünlübay’ın anlattıklarının tersiyle karşılaşmışımdır; yani katıldığı kursta öğrendiği İngilizce terimleri bilip de Türkçelerini bilmeyenler ile. Yarın bir eğitim kursu çıkıp ta CYA’nın (Canadian Yachting Association - Kanada Yatçılık Birliği) kursu yerine, ne bileyim, Glénans kurslarını vermeye kalkışırsa bir de herşeyi Fransızca bilip de Türkçeyle karşılaşınca apışıp kalan amatör denizcilerle mi tanışacağız?
Denizcilik gibi alt kültürlerin, genel kültür ile uyumu, dilin geçişkenligi ile ilgilidir. Bir alt kültürün dili, genel dil ile ne derecede uyumlu ise, o alt kültür de o derecede anlaşılır olur ve benimsenir. Günlük yaşamında, döndürmenin ve germenin ne olduğunu bilen bir kişi, döngerin ne olduğunu kolaylıkla anlayabilir Ama ‘liftin uskuru’nu aynı biçimde anlayamaz, ezberleyerek öğrenmek zorundadır. Hele hele, lazy guy’u hiç kavrayamaz. Tesadüfen az buçuk biraz İngilizce öğrenmişse, tembel bir heriften söz edildiğini sanabilir.
Kısacası, denizciliğimize olan ilginin artması ve benimsenmesinin koşullarından biri, onun kullandığı dilin kolaylıkla anlaşılır hale gelmesidir. Karmaşık, insanların anadillerine yabancı kalan dilleri kullanan ve kendi içine dönük alanlara ilginin artmaması doğaldır. Bu gibi alanlar elbette benimsenmeyecek ve toplumun genelinden dışlanacaktır.
Hepimiz, toplumda üvey evlât muamelesine uğramış olan uğraşımız için gösterilen ilgisizlikten, anlayışsızlıktan şikayetçiyiz. Bunu bir derece gidermek için ve anlaşılır bir dile kavuşmak için, denizcilik dilinin Türklişleşmesine karşı ne yapabiliriz? Bu soruya ilk önce bir iki soruyla karşılık vermek gerekir: “Hakikaten ortada mesele yapacak bir durum var da birşeyler yapmak gerekli mi? Yoksa, herşeye yaptığımız gibi, bu konuyu da kulakardı edemez miyiz?” Eğer, bu sorulara hayır diye yanıt veriyorsanız zaten ilk soru kendiliğinden anlamını kaybeder. Bu soruları sorarak şu gerçeği vurgulamak istiyorum: Birşeyler yapmak için herşeyden önce bunun önemli bir konu olduğuna inanmak lâzımdır. Aksi halde, konu gündelik endişeler arasında kaynar, güme gider. Bir de dönüp bakarız ki yalnız Türkliş değil, denizciliklişle konuşuyoruz.
Ama, eğer siz de benim gibi bu konunun önemli olduğuna ve birşeyler yapmamız gerektiğine inanıyorsanız, o zaman ne yapabiliriz diye düşünmemiz ve bazı çıkış yolları bulmamız gerekir. Çünkü umursamazlık, adamsendecilik, bunları düzeltmek bana mı kaldı düşüncesi sonuçta alır başını gider ve şimdi içine düşmekte olduğumuz durumu yaratır.
Hiç kuşkusuz, amatör denizcilik dilimiz bugün bir karmaşa içindedir. Bu karmaşada Türkliş konusu olduğu kadar, aynı sözcüğün farklı biçimleri, aynı kavramı karşılayan ve değişik kökenli bir çok terim ve deyimin varlığı, karşılıklarında sözcük bulunmamış kavramlar gibi birçok sorun vardır. Bunları gözden geçirerek ve yeniden işleyerek herkesin üzerinde anlaşabileceği terim ve deyimleri yaygınlaştırmaya çalışmalıyız. Aslında bu işin Türk Dil Kurumu tarafından yapılması gerekmez mi? Onların varlık nedeni bu! Ama, Ankara’da deniz olmamasından mı nedir, bu kurum Sepettopu Terimleri Sözlüğü bile yayımlamış olmasına karşın, şimdiye kadar bir denizcilik sözlüğü ortaya koyamamıştır. Öyleyse, bu görevi denizcilik âleminin yüklenmesi gereklidir.
Bu kapsam içinde yapılması gerekli olan birkaç iş var bence. Birincisi, doğrudan İngilizce olan ve karşılığı bulunamamış terimlere karşılıklar bulmak. Bunları belirlerken, eski yelken kültürümüzü karıştırabilir, yüzyıllar boyu kullanılmış terimlerin yeniden canlandırabiliriz. Örneğin, spring yerine pürmeçe, runner yerine patrisa, guy yerine vento gibi. Diğer taraftan bozularak yerleşmiş İngilizce sözcüklerin Türkçe karşılıklarını da aynı biçimde karşılayabiliriz. Örneğin, heç yerine kaporta, lazaret yerine portuç, librasyon yerine titreşim gibi. Bu işlemlerde Türkçenin kelime üretebilme özelliklerinden de yararlanmamız gerekir.
Öte yandan, Türkçe olsa dahi deniz terimlerinin arasına yanlış ya da yersiz olarak girmiş ve kullanılmakta olan sözcüklerin düzeltilmesi gereklidir. Örneğin, halatın bükümü. Bu sözcükle dile getirilmek istenen fiziksel olay bükme, yani bir çubuğu eksenine dik olarak eğmek değil, kendi ekseni etrafında döndürmek, yani burmadır. Bir başka örnek, yelkenin yakası. Aslında çok güzel olan bu terim, bir yelkenin hem kenarı hem de köşesi için kullanılmaktadır. Bu sözcüğü, yalnız kenar anlamında kullanıp, köşeye ise, okulda geometri okumuş herkesin kolaylıkla anlayacağı köşe terimi ayırırsak, sözünü ettiğim türden karmaşıklıklar giderilmiş olur.
Bu türden çalışmaları yaparken bir iki noktaya dikkat etmemiz gerekir. Bir taraftan nüanslara, yani ufak anlam farklılıklarına dikkat edilmeli. Dili esas olarak zenginleştiren özellik nüansların çokluğudur. Örneğin, çok benzer anlamlara gelen mandar, kandilisa, çördek, manti gibi sözcüklerin arasındaki ufak ayrımlar gözden kaçırılmamalıdır. İkinci olarak da yeni terim uydurmaktan çekinmemeli! Bir dildeki sözcüklerin hemen hemen değil, hepsi uydurmadır, yeni kavramlar ortaya çıktıkça bunlar hep uydurma sözcüklerle karşılanır. Önemli olan bu sözcüklerin o dilin yapısı içinde kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte olmasıdır.Türkçeye yabancı, anlaşılmayan İngilizce terimler yerine kolaylıkla anlaşılabilir sözcüklerin uydurulmasında ve kullanılmasında bence hiçbir sakınca yoktur. Yeter ki bunlar yaygın olarak kabul edilir nitelikte olsun. Örneğin, backwind için neden artyel, blanket için de gölgealtı demeyelim ki?
Sezar Atmaca, yukarıda değindiğin yazısında “Denizcilik eğitimi konusunda denizcilik kütüphanemizin eksiği çok” diyor. Gerçekten de, amatör denizcilik kültürümüz, yazılı kaynaklar, kitaplar ve süreli yayınlar açısından acınacak haldedir. Bu alana ilgi duyanların ilk olarak sordukları soru, kolayca kullanabilecekleri ve öğrenmelerine yardımcı olacak kitapların varolup olmadığıdır. Burada çeşitli büyüklükteki sözlüklere gerek vardır. Yelkenciliğe yeni başlayan küçüklere yönelik olarak düzenlenebilecek resimli sözlüklerden, özellikle yatçılara hitabeden ansiklopedik sözlüklere, eşanlamlı ya da benzer anlamlı terim sözlüklerine ve büyük denizcilik sözlüklerine kadar çeşitli nitelikteki sözlüklerin eksikliği duyulmaktadır ve yayımlanmaları gereklidir.
Denizcilik konularında yazan yazarlarımız kullandıkları dile özen göstermeli, yazdıklarını bir daha okuduktan sonra kendi kendilerine “acaba ben dediklerimi daha güzel Türkçe terimler kullanarak da dile getirebilir miydim” diye sormalı. Sonuçta söz uçar gider, fakat yazı kalır, daha arkadan gelenleri de yıllar boyunca etkiler.
Uzun yıllar amatör denizcilerin canını fena halde sıkan bürokrasi, en sonunda onu altetmeye azmeden yeni örgütlenmelerin doğmasına yol açtı. 2003 yılında kurulan “Amatör Denizcilik Federasyonu” bunlardan biri. Bir diğeri ise bilgisayarla iletişim olanaklarının gelişmesi ile sanal ortamda filizlenen yeni örgütlenme örneklerinden: DSTİ (Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi). Gerçi bunların ortaya çıkış nedenleri, dil gibi kültürel olgular değildi; marina fiyatları, vergi, patenta ve amatör denizci yeterlik belgesi gibi gündelik sorunlarla boğuşuyorlardı. Ancak, bu gibi örgütlerin denizcilik kültürünün yerleşmesindeki önemleri ve olanakları gözden kaçırılmamalı. Bu örgütler Türkçe dil sorununu önemli bir çalışma alanı olarak benimseyebilir ve örneğin, çalışma grupları oluşturarak yukarda değindiğim türden etkinliklerde bulunabilirler.
Daha önce, birşeyler yapabilmenin ön koşulu olarak, inançtan söz ettim; ama, inanç kendi başına yeterli değildir. Bu inancın yürekten benimsenerek, gereklerinin yerine getirilmesi de gereklidir. Bunun vazgeçilmez koşulu da titizlenmekte yatar. Kendi aramızda denizcilik konularında dertleştiğimiz zaman Türkçe terimler kullanmaya dikkat etmeliyiz. Kaptanların yeni yetme mürettebatı ile konuşmalarında, özellikle de gençlerin bulunduğu ortamlarda buna dikkat edilmesi gerekir. Kazara ağzımızdan kaçacak olursa utanmadan düzeltmeliyiz. Bu davranış eğitici olduğu kadar insanı yüceltir de. Titizlenme konusunda bilhassa dikkat etmesi gerekenler eğitim verenlerdir. Kendilerinin kullandıkları dili eleştirel bir gözle değerlendirmeli, yazılı kaynaklarını gözden geçirerek, gerekiyorsa yeniden düzenlemelidirler.
Kullandıkları dile yeteri kadar özen göstermeyenleri uyarmalıyız. Bizim kültürümüzde söylenmemek, şikayet etmemek terbiyeli ve edepli olmakla eşdeğer olarak anlaşılır. Söylenen insanları ukalâ diye görürüz. Ama bazı şeylerin düzelmesi için mutlaka söylenmek gerekir. Bunu yaparken büyük olasılıkla ukalâ olarak suçlanacağız. Olsun, eğer birşeyin gereğine inanıyorsak, bu şekilde suçlanmak önemli bir bedel ödemek değildir.
Sözü hep evirip çevirip böyle davranan Don Kişotlardan birine, Sezar Atmaca’ya getiriyorum, çaresiz. A’dan Z’ye Yelkende Denizcilik Terimleri Sözlüğü’nün önsözünde, sözlüğün “denizcilik ufkunun gelişmesine, zenginleşmesine katkıda bulunacağını” umut ettiğini belirterek şöyle demiş: “Dileğimiz yeni yabancı sözcükler yerleşmeden bunlara uygun Türkçe karşılıklar bulunması.” Bunun için, sadece dilemekle kalmamalı ve fiilen girişerek bu işe bir an önce yol vermeliyiz. Yoksa, ne kadar raspalarsak raspalayalım, dilimizin üzerinde pas tutmakta olan İngilizce sözlükleri söküp atmamız mümkün olmaz.
Bırakayım da bu yazıyı Besim Atalay bitirsin; çünkü ne yaparsam yapayım, onun söylediklerinden daha vecîz bir sonsöz bulamam: “Türk dili, içerisinden çıkılması güç bataklıklar yapmadan, ahenkli ve düzgün şırıltılarla akan ulu bir ırmağa benzer. Yapılacak iş, bu ırmağın yatağını temizlemek, onu her yandan sızan kötü katıntılardan korumak ve kurtarmaktır.”
Deniz Kültürümüzden sayfasına dönmek için tıklayınız.
|
||||