MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



YUNDA'DAN CUNDA'YA


 

Seksenli yılların başında Ege kıyılarını dolaşmaya başladığım dönemde kendi yazarlarımızın yazdıkları kılavuzlar hakkında pek bir bilgim yoktu. O günlerde kıyılarımız hakkında yazılmış en güvenilir ve ayrıntılı kıyı kılavuzu bir İngilizin, Rod Heikell’in yazmış olduğu Turkish Waters Pilot idi. Kendi kıyılarımızda bir yabancının yazmış olduğu bir kılavuzu kullanarak seyretmek doğrusu bana çok dokunmuştu. Ama daha çok dokunan, Heikell’in yer adlarımız ile ilgili söyledikleri idi: “Bu yüzyılda Türkiye kıyılarındaki birçok köy, burun, kanal ve adalar yeniden adlandırılmış ve değiştirilmiştir ki buraları artık özgün adlarından tanımak mümkün değildir. ... Coğrafi şekilleri adlandırmada görülen hayal gücü eksikliği sonucu birçok “kara” burun, ada, dağ ve birçok “büyük” ya da “küçük” burun ya da ada vardır.” Bu dedikleri yetmiyormuş gibi ayrıca altmışlı yıllarda Türkiye’ye gelerek dolaşan Richard Lister’in gezi anılarından şu alıntıyı aktarıyordu:

 

Türkçe yer isimleri, Türklerin hayal gücünün sınırlılığını çok çarpıcı biçimde gösterir. ... Aksaray, Karaköy, Kızılırmak; aynı temel malzeme belirli bir tekdüzelik ortaya çıkana kadar tekrar ve tekrar kullanılır. Yirmi Türkçe sıfat ve yirmi Türkçe addan oluşan bir liste yapıp da, haritalardan, bu sözcüklerin çeşitli bileşimlerinden oluşan Türkçe kökenli yer adlarını silerseniz, elinizde kalacak olan şey, üstünde hemen hemen hiç Türkçe ad olmayan bir harita olur.

 

Gerçekten de Heikell ile Lister’in yer adlarımız ile söyledikleri doğru mudur sorusu aklıma takılıp kalmıştı ama hiçbir zaman bu konuyu ciddi olarak düşünmemiştim. Derken 2002 yılında yeni bir durum çıktı ortaya. Ülkemizde bilimsel deniz haritacılarının pîri olan Ahmet Rasim Barkınay’ın Türkiye kıyıları hakkında yazmış olduğu kılavuzlardan Adalar Deniz Kılavuzu’nu ise yeni yazıya çevirmiş ve çok sınırlı sayıda yayımlamıştım. Bu yayımda, yalnızca yazıyı çevirdiğim ve başka hiçbir şeye dokunmadığım için, metinde geçen yerlerin adları da yirmili yıllardaki biçimleriyle kalmıştı. Üstadımız Sadun Boro, günümüzde kullandığımız yer adlarının kitapta bulunmamasının büyük bir eksiklik olduğu yönünde haklı bir eleştiride bulundu. Bu kez kitabın yeniden yayımı söz konusu olunca, onun öğüdüne kulak verip yeni yer adlarını da dahil etmek üzere bir hayli çalıştım. O arada yer adlarının çeşitli dönemler boyunca nasıl değiştiği dikkatimi çekti ve bu hususta birşeyler yazayım dedim kendi kendime.

 

Yurdumuzdaki bilim camiasının belirgin özelliklerinden biri, birçok değerli araştırıcının yurdumuzda uygun bir ortam bulamadıkları için yurtdışına, çoğunlukla da Amerika’ya göç etmeleri ve orada çoğumuzun haberdâr dahi olmadığı kıymetli araştırmalar yaparak çeşitli başarılara ulaşmalarıdır. Bu kişilerden biri de uzun yıllar Harvard Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermiş, o arada da eşi Gönül hanımla birlikte ve kişisel gayretleriyle Journal of Turkish Studies: Türk Bilgisi Araştırmaları dergisini yayımlamış olan Şinasi Tekin’dir. Şinasi bey, 2001 yılında eline geçen bir bakır tepsiden hareketle kaleme aldığı bir yazısında söyle diyor:

 

Kitab-ı Bahriye'de Midilli

Balıkesir’in Ayvalık ilçesine, deniz seviyesinde, bugün Gönül Yolu denilen ince bir yol ile bağlı şirin bir ada vardır; Midilli adasının tam karşısında. Adı bugün 1980’den beri resmî kayıtlarda ve levhalarda Alibey diye geçtiği halde, hâlâ eskisi gibi Cunda denmektedir.

 

Cunda adasının adı, yer adlarının yüzyıllar boyunca hem nasıl değiştiğinin hem de nasıl değişmediğinin bir timsâlidir sanki. Adanın antik çağdaki adı Strabon’un Geographika’sına göre ya Hekatonessoi ya da Pordoselene’dir. Ona göre Hekatos, Grek esâtîrinde okçuluğun, ışığın, gerçeğin, nerdeyse herşeyin tanrısı olan Apollon’un bir diğer adı olduğu için, bu ada Apollon’un adasıdır. Başkalarına göre ise Hekaton-nessoi “yüz adalar” demektir ki bu da Ayvalık adalarına uygun düşen bir tanımlamadır. Pordoselene ise “osuruklu Selene” demek. Ay tanrıçası Selene, av tanrıçası Artemis’in diğer bir adıdır; biz günümüzde onu müteveffa Lady Diana olarak da tanıyoruz. Strabon, Apollon’un ikiz kızkardeşi olan tanrıça Artemis’e “osuruklu” sıfatını yakıştıramamış olmalı ki bu adı Poroselene diye okumalıyız demiş. Bugün “hıyar”ı çok âmiyâne bulup “salatalık”, “kızmemesi” demeye utanarak da “greyfurt” dediğimiz gibi.

 

Her ne ise, gelelim 16. yüzyılın başlarına. Pirî Reis, Kitab-ı Bahriye’sinde bu adadan Yunt ya da Yund adası olarak söz ediyor ki, Mehmet Akif Ceylan Ege Adalarında Türkçe Yer Adları Üzerine Bir İnceleme başlıklı saygıdeğer çalışmasında bu sözcüğün yerel olarak kısrak anlamına geldiğini belirtiyor . Şinasi Tekin ise bu sözcüğün at ya da başıboş aygır sürüsü anlamında kullanıldığından söz ediyor. Ege denizinde birçok adanın hayvan adlarıyla anıldığını göz önünde tutunca bu yorumları kabul edersek çok da yanılmış olmayız. 19. yüzyılda ise adanın Yunda ya da Cunda olarak adlandırılmaya başlandığı görülüyor. Türk lehçeleri arasında “y” sesi ile “c” sesinin eşdeğer olarak kullanıldığı düşünülürse bu adların aynı ad olduğu görüyoruz.

 

Cezayirli Hasan Paşa, Çeşme bozgunundan kurtulduktan sonra Ayvalık’taki Rumlardan büyük yardım görmüştür. I. Abdülhamit döneminde Kaptan-ı Derya olunca da Ayvalık’taki Rum kolonisine büyük imtiyazlar ve özerklik verilmesini sağlamıştır. Böylece Ayvalık çevresi uzun yıllar özel imtiyazları olan bir Rum yerleşmesi olmuştur. Bu arada Cunda adası da Moshonision (= misk adası) olarak adlandırılmaya başlamıştır. Şinasi Tekin’in sözünü ettiği tepsi 1869 tarihlidir ve üzerindeki belediye mührü hem Türkçe “Daire-i Belediye-i Cezire-i Cunda” hem de Rumca “Dimarhiya Moshonision” (Güzel Kokulu Ada Belediyesi) olarak kazınmıştır. Adanın adı da o dönemlerde kullanılan Admiralti haritalarına da böylece Moshonision olarak geçmiştir. Ahmet Rasim’in kılavuzları büyük ölçüde İngiliz haritalarına dayalı olduğundan, Adalar Denizi Kılavuzu’nda bu adanın adını Mosko adası olarak görüyoruz. Aynı anlama gelen Misk adası olarak da kullanılmış.

 

Kurtuluş Savaşı başlarında Ayvalık’ta konuşlanmış olan 172. piyade alayının komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya), Yunan işgaline ilk direnişi göstermişti ve bunun üzerine adaya onun adını anmak üzere Alibey adası adı verildi; günümüzde de resmî kaynaklarda da bu ad ile anılıyor. Ama ne olursa olsun, bugün Ayvalık’tan motorla hâlâ Cunda’ya gidilir; Alibey’e değil. Kıyısındaki lokantalarda güveçte öyle nefis karides pişirirler ki parmaklarınızı da garnitür diye yersiniz.

 

Kısacası, Yunda adasının adı yüzyıllar boyunca hem değişmiş Cunda olmuş, hem de değişmemiştir. Öte yandan, Ege kıyılarındaki birçok yerin adı değişmiştir. Bu değişimin çeşitli nedenleri var. Birincisi ve en önemlisi toplumumuzun sözlü kültürle yaşayan bir toplum olduğu ve yazıya itibar etmemesidir. Birkaç şık “restaurant” dışında lokantalarımızda menü diye birşey yoktur; garson gelir, ne yemekler olduğunu geveler. Siz de onların arasından tanıdık bir isim yakalayıp alelacele birşeyler ısmarlamak durumunda kalırsınız. Sözlü kültürün yazılı kültürü engellemesinden dolayı yer adlarının bulunduğu yazılı kaynak çok azdır.

 

1928 yılında, bence çok hatalı bir kararla, o zamanki Bahriye Vekâleti kapatılmıştı. Bu kararda, herhalde hükûmetteki karacı subayların, denizin önemini yeteri kadar kavramamış olmalarının etkisi büyüktür. Esefle söylemek gerekir ki aradan geçen seksen küsûr yıl boyunca denizcilerimiz hâlâ bir denizcilik bakanlığına kavuşamamıştır; bugün denizcilik işlerimiz tam bir kargaşa içinde yürümektedir. İşte o dönemde kapatılan vekâletin harita şubesi, karacıların Harita Umum Müdürlüğü’ne hidrografi şubesi olarak bağlanmış ve başına Ahmet Rasim getirilmişti. Onun sağ kolu olan Binbaşı Muammer ise yer adları konusunda gördüğü kaynak yokluğunu bir derece gidermek üzere Sahillerimizde Bulunan Mevkilerle Liman ve Sairenin İsimlerini Gösterir Lûgatçe başlıklı bir kitap yayımlamıştı. Bu kitabı incelediğimizde Ege kıyılarındaki birçok yer adının Rumca olarak kayda geçmiş olduğuna tanık oluyoruz. O dönemde yer adlarının Rumca olarak kayda geçmiş olmalarının nedeni o dönemde elde bulunan haritaların İngiliz admiralti haritaları ve onların kopyaları olmalarıdır. Ahmet Rasim, 1923 tarihli Türkiye Coğrafya-yı Sahilîsi: Karadeniz Sevahili adlı kıyı kılavuzunda, kıyı haritalarımızın ve kıyılarımıza ait bilgilerin Rusların ve İngilizlerin ürünü olduğunu söylemektedir. Kıyılarımızın mesahasını yapan İngilizler yer adlarını Rum balıkçı ve kılavuzlardan öğrenmiş ve onların verdiği Rumca adlarla, çoğu zamanda saçmasapan bir biçimde, haritalarına geçirmişlerdir. Ahmet Rasim bundan çok şikayetçidir; bu yanlışlıkları düzeltmek için 1939 yılında Denizcilere Faydalı Bilgiler başlıklı bir kitap yayımlamıştır. Örneğin, Akbük limanının Basilikos körfezi olarak yazılmış olan adından söz ederken şöyle diyor: “Bu körfezin tabir-i Yunanîsi şayan-ı teşekkürdür ki yalnız haritaya mahsur kalmıştır; yerli halktan pek azı bu isimleri bilirler”. İşte, Rod Heikell “buraların özgün adları”ndan söz ederken bu Rumca adları kastetmektedir. Ona kalırsa, kılavuzunun 2006 tarihli yedinci yayımında bile, Karaburun yarımadasındaki Kavurlukoz Limanı’nın adı hâlâ “Port Saip”, Dilek Yarımadası’ndaki Su Adası koyunun adı “Port Saint Paul”, Sandal Adası koyununki ise “Port Saint Nikolao”dur.

 

Rumca yer adlarının değişerek günümüzdeki biçimlerini alması genelde iki yolla olmuştur. Birincisinde bazı adlar ya oldukları gibi kalmış ya da Türkçenin ses yapısına uydurulmuştur. Bunun en çarpıcı örneği Saros körfezidir. Bu ad Yunanca kseros’tan ya da ksera’dan bozmadır; ilki “kıraç”, diğeri ise “denizde kayalık” demektir. Körfeze adını veren kıraç kayalar körfezin dibine doğru olan üç Saros adasıdır: Büyükada (Kseros), Küçükada (Ksero mikro) ve isimsiz olan küçük ada (Ksero skopelo). Saros körfezinin adı Pirî Reis’in kılavuzunda da Siros limanı olarak geçtiği için söz konusu değişim oldukça eski olmalı. Osmanlının son dönemlerinde ise körfeze “kapalı” anlamına gelen “Maariz Körfezi” deniyordu ve adaların adı ise Maariz Adaları idi. Buna benzer biçimde Ayvalık’ın kuzeyindeki Kutu adasının adı Rumca Kudho (= kutu), Çandarlı körfezindeki Pırasa adasının adı Praso (= pırasa), Gökçeada’daki Avlaka burnunun adı Avlaki (= evlek), Çeşme’deki Kaleyeri bankının adı Kalo-iero (= güzel mihrap) ve Güllük körfezindeki Panayır adasının adı ise Panagia (= Hazreti Meryem) sözcüklerinden doğrudan dönüştürülmüştür.

 

İkinci tür değişim ise çeviri yoluyladır. Ayvalık adalarından Balık adasının eski ismi Psari (= balık) sözcüğünden Psariano, Güneş adasının eski adı Eleos (= güneş) adasıdır. Çandarlı körfezindeki İkiz adalar, eski haritalara Adelfi (= birader) adaları olarak geçmişti. Bozcaada kanalındaki Yılan adası Fido (= yılan), Orak adası ise Drepano (= orak) adalarının adlarının doğrudan çevirileridir. Sığacık körfezindeki Gökliman’ın adı ise bir zamanlar Kokar limandı, ki bugün hâlâ kullanılmaktadır, ve vroma (= sası) sözcüğünden Vromo limanı idi. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu kıyılarda Türkler ve Rumlar öyle içiçe yaşamışlardır ki, bu tür ad çevirilerinin Rumcadan Türkçeye mi yoksa Türkçeden Rumcaya mı yapılmış olduğunu kesin olarak söylemek olanaksız görünüyor.

 

Adı çeşitli dönemler boyunca değişmiş olan adalardan biri Urla limanının karşısında, bugün üzerinde Urla Devlet Hastanesi’nin bulunduğu adadır. Bu adanın ilk adı, Anadolu’nun özgün halkı Pelasgların dili Luvi’den kaynaklanan ve “iskele halkının kenti” anlamındaki Kalassuma’dır. Bu ad daha sonra Grekçeye dönüşerek Klazomenai ya da Klazomen Adası olmuştur. Pirî Reis bu ada için şöyle diyor:

 

Ve ba’dehû eğer İzmir limanına varmayub Urla limanına varurlarsa, büyük gemiler Yolluca adada yaturlar. Meselâ mezkûr ada Anadolu tarafına bir mil mikdârdur. Ol bir milin mabeyni (arası) dökündü taşlar ile kâfirî (gâvurlar tarafından yapılmış) köprüdür. Velî şimdi ol köprünün binası bozulmuştur. Ammâ dökülmüş taşları şimdi durur. Ol taşların üzerinden yürüyüp dâyim ol adaya geçerler.

 

O gündür bu gündür bu adanın adı Yolluca Adası’dır. Daha sonra üzerine İzmir Limanı’nın karantinası kurulmuş olduğu için Karantina adası olarak da biliniyor. Dilimiz Arapça kökenli kelimelerden temizlenip de yerlerine Fransızca kökenli kelimeler ikame edilmeden önce Tahaffuzhane (= karantina) adası olarak da biliniyordu.

 

Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi’nin, hâlâ kullanmakta olduğum 222 numaralı ve 1979 tarihli paftasında, çini mürekkebiyle işlenmiş iki tane ilginç değişiklik var. Birincisi, paftanın adının Sakız Boğazı’ndan Çeşme Boğazı’na, diğeri ise Çeşme’nin batısındaki Kızılburun’un adının Fener Burnu’na değiştirilmiş olması. Bu değişikliklerin ikisinin de arkasında, kendi kendini ayağından vuran dar görüşlü, zenofobik (yabancı düşmanlığı ve korkusu) siyasi düşüncelerin yattığını sanıyorum. Benzer biçimde Midilli Kanalı’nın adını Dikili Boğazı’na, Sisam Boğazı’nın adını Dilek Boğazı’na, İstanköy Kanalı’nın adını da Bodrum Kanalı’na çevirmişiz. Gerçi bu değişiklikte eksonimik (dışadlı, yabancı) adlar kullanmak yerine endonimik (içadlı, yerel) adlar kullanma niyeti yattığı öne sürülebilir. Ama yine de tarihi bağlarımızın olduğu ve coğrafi olarak kıyılarımızın uzantısı olan bu adalarla olan ilişkimizden vazgeçerek bu vesileyle bir kere daha kendi içimize kapanmış olmak basiretsizliği nasıl savunulabilir ki? Her nasıl olduysa, Müsellim Kanalı ile kayasını henüz elden çıkarmamışız. “Müsellim” Osmanlıca “teslim eden” demek, vaktiyle mülkiye kaymakamlarına ve nahiye müdürlerine verilen bir ünvan. Burada söz konusu olan müsellim, Midilli’de mi görevliydi yoksa Behramkale’de mi, orasını artık pek bilemiyeceğim. Kendi adı kalmamış olsa bile o müsellimin, ünvanı kalmış yâdigâr.

 

2004 yılında Deniz Kuvvetleri Kupası’nın Bozcaada – Çeşme etabının finiş hattının Çeşme’de Fener Burnu’nun batısına kurulacağı belirtiliyordu. Çeşme benim bağlama ve seyir diyarım olduğu halde Fener Burnu diye bir yer bilmiyordum; ara Allah ara, sonunda Kızılburun olduğunu anladık. Toprağının renginden kolaylıkla tanınan bir burunun adı durup dururken ne diye Fener Burnu diye değiştirilir ki? Hele hele, hemen her burunda bir fener varken, bir buruna Fener Burnu demek hangi aklın icadıdır? Bir zamanlar kırmızı eşarp takanları ya da defterini kırmızı kaplama kağıdı ile kaplayanları bile komünist diye görenlerin aklının mı? Öyle ise Gündoğan limanının batısındaki Kızılyar burnu ya da Tilkicik limanındaki Kızılada gözden mi kaçtı dersiniz?

 

Benim gözümde, kendi kültür ve geleneklerimizi nasıl unutup da fazla düşünmeden yabancıların kaynaklarından aktardığımız yer adlarının en önde gelen örneği Güllük körfezinin kuzey girişindeki Tekağaç burnudur. Pirî Reis, bu burnun adını Turnalı burnu olarak belirtiyor. Ama İngiliz haritalarında kayda Rumca Monodendri (= tek ağaç) olarak geçmiş. Herhalde mesahanın yapıldığı günlerde orada tek bir ağaç vardı ve Panayır Adası’nı mekân tutan Rum ahtapot avcıları birbirlerine bu burnu anlatmak için “üstünde tek bir ağaç var ya o burun” diye tanıtıyorlardı. Bir tek ağaca izafeten buruna ad verilir mi hiç? Ama olmuş işte, Admiralti haritalarında kayda geçtiği için de dilimize Tekağaç burunu olarak çevrilmiş. Halbuki o civarda, biraz daha doğuda hâlâ Büyük Turnalı limanı, onun da arkasında Turnalı sırtı vardır. Bence bugün yapılması gereken, İngiliz haritalarına değil de öz kaynaklarımıza giderek, Sakız ya da Sisam Boğazı’nın silinmesi yerine, “Tekağaç Burnu” adının ve onun gibi birçok başka yerin adının kırmızı çini mürekkeple çizilip, Turnalı Burnu diye yazılmasıdır.

 

  Deniz Kültürümüzden sayfasına dönmek için tıklayınız.