MUSTAFA PULTAR           DUM VENTUS EST, SPES EST



TENCERE TEKNE-LOJİSİ


 

Mimarlık camiasının XXI adında, hem şık hem de kültürü engin bir dergisi var; bir sayısının ana temasını “teknoloji” olarak seçmişlerdi. Ben de Martin Heidegger’in “Die Frage nach der Technik” (Teknoloji Sorunu) başlıklı meşhur makalesinde sözünü ettiği, teknolojinin beş temel yapısını yelkencilik dünyasında örneklemeye çalışmış ve bir kelime oyunu yaparak yazımın başlığını Techne’de koymuştum. Tekne sözcüğü ile teknolojinin kökeni olan Grekçe techne (= beceri, ustalık) sözcükleri arasında bir cins ünsiyet uydurmaya çalışmıştım.

 

Aslında yapmaya çalıştığım o kadar da saçma bir oyun değilmiş meğerse. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü adlı kitabında İsmet Zeki Eyüboğlu, tekne sözcüğünün kökeni olarak bu techne sözcüğünü gösteriyor ve Anadolu Türkçesine Rumcadan geçtiğini öne sürüyor. Öte yandan Hasan Eren ise Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü adlı kitabında bu sözcüğün kökeninin bilinmediğini, ama Eski Türkçe’de, leğene ve hamur teknesine “tegene” dendiğini ve bizim teknelerimizin de buradan gelmiş olabileceğini belirtiyor. Yani bu tekne o tekneden mi gelmiş yoksa o tekne bu tekneden mi?

 

Ne yazık, değil mi? Büyük çoğunluğumuzun, yalnızca aracın gövdesi için değil, aynı zamanda denizde giden araç anlamında da kullandığı “tekne” sözcüğünün nereden geldiğini bilmiyoruz. Kökeni, ustalıkla, hünerle, beceriyle meydana getirilmiş olan bir insan üretimi mi, yoksa “tekne kazıntısı” deyimimizin kaynaklandığı hamur teknesi mi?

 

Peki, biz kendi teknemizden söz ederken kullandığımız başka sözcüklerin kökenini biliyor muyuz? Eninde sonunda nedir tekne? Suyun içinde kalan bir karina ile yanlarından yukarı doğru çıkan bordaları olan yüzer bir tas, bir “tencere” (lâf aramızda o da Farsça tengîre’den gelme); çoğu zaman da bir kapağı oluyor. Tekne, kapaklı bir tencere olmasına tencere, ama içinde pişen denizcidir. Tutkusuyla yanar, tutuşur, kavrulur.

 

Bu tencerenin “karina”sı, Latince carina (= geminin dip bölümü, bir anlamı da yarım ceviz kabuğu) sözcüğünden önce İtalyanca ve oradan da Rumca yoluyla gelme. Pirî Reis de karina için “karın” diyor; ne derece benzetme, ne derece dil geçişi bilemiyorum.

 

Bir vakitler altın postu bulmaya giden Iason adlı bir maceraperest ve onun Argo adında bir gemisi varmış. 1986 yılında, bir başka maceraperest olan gezgin yazar Tim Severin, bu geminin bir kopyasını inşa edip Karadeniz’in doğusuna doğru Iason’un seyahatini yeniden yapmıştı. Rahmetli yazarımız Ali Pasiner de, bu geminin Küçüksu’da tamirine yardımcı olmuş, sonra da onunla yaptığı kısa seyri Balık ve Olta adlı kitabında anlatmıştı. Argo’yu bir zamanlar güney gökküreye yerleştirmişler. Ama gökyüzünde o kadar çok yer kaplıyormuş ki sonunda üçe bölmek zorunda kalmışlar, biri “Yelken” takımyıldızı olmuş, biri “Pupa” takımyıldızı, sonuncusu da yani geminin teknesi de “Karina” takımyıldızı olmuş.

 

“Karina” sözcüğünü bazen “sintine” ile karıştırıyoruz. O da yine Latince’den, sentina’dan gelme, geminin dibindeki suyun biriktiği kuyu demek, Türkçesi “suluk” ama pek yaygın olarak, hattâ hiç kullanılmıyor. Bugün orada biriken pis su, yani sintine suyu için de aynı sözcüğü kullanıyoruz, örneğin “sintine basmak” dediğimizde. Latince sözcüğün ilginç bir anlamı da toplumun pisliği, yani ayaktakımı.

 

Tencerenin yanlarına geldiğimizde işler biraz karışıyor. Bugün teknenin yanlarına “borda” diyoruz. Hatta bu anlamı biraz genişleterek kemere yönüne de borda, bir şeyi o yönde görmeye de “bordalamak” diyoruz. Ama özgün anlamına bakarsak “borda” fırtına yelkeni demek. Kâtip Çelebi, Tuhfet-ül Kibar fi Esfar-ül Bihar adlı eserinde bu yelkeni şöyle anlatıyor: “Orta yelken bin ikiyüz zirâ (75-90 santim) bezden olur, ona borda, yani fortuna yelkeni derler, fortunada istimal ederler; bunlar müselles-üş-şekil (üçgen) çenber yelkenlerdir.” Onyedinci yüzyılda, her şey gibi denizciliğimizin de gerilemeye başlaması üzerine kaleme aldığı bu kitapta denizcilere kırk tane öğüt vermiştir Kâtip Çelebi. Bunlardan “yirmi ikinci öğüt budur ki düşman gemisi kalyon olsa, hemen varup çatmağa heves olunmaya. Belki ıraktan döğe döğe yıpratup dümeni ve direği kırıldıktan sonra varalar. Eğer rüzgâr olsa enginde, borda yelkeni ile ardına düşüp döğerek giderler tâ limanlık olunca”. Bu sözcük İspanyolca borda ya da burda’dan kaynaklanmaktadır ve aslında kadırgaların en büyük yelkeni olan “bastarda”dan sonraki latin yelken anlamındaydı. Denizciler zamanla kalyona geçince, borda tabii ancak fırtınada kullanılabilecek kadar ufak kaldı.

 

Teknenin yanı için bugün “borda” olarak kullandığımız sözcüğün özgün biçimi “bordo”dur. Kökeninde kuzey dillerinde bord olan bu sözcük, kereste, daha doğrusu bir tür kereste olan tahta demektir. Eskiden gemilerde dümen yerine sancak tarafında düşey bir tahta bulunur ve gemiye bununla yön verilirdi. İşte bu tahta dümenin bulunduğu yöne, yönlendirme tahtası anlamında sterbord (İngilizce steerboard) denirdi. Bord, giderek geminin yanı anlamında kullanılmaya başlandı ve Galce aracılığıyla Katalancaya, İtalyancaya ve sonra da dilimize geçti.

 

Yine teknenin yanı anlamına gelen bir sözcük daha var: banda. Cermen dillerinden Akdeniz dillerine geçen bu sözcüğü biz, farklı anlamları olan “alabanda”da görüyoruz. Tekneyle ilgili olarak da bordaların iç tarafı, yani tencerenin içyüzeyi anlamında kullanıyoruz bugün.

 

“Tencere düşmüş, kapağını bulmuş” deriz ya, işte çoğu tencerenin bir de kapağı olur. O kapak için de Latince copertus (= tümüyle kapalı) sözcüğünden Venedikçeye coverta olarak geçen sözcüğü kullanıyoruz. Önceleri “göğerte”, şimdi de “güverte” dediğimiz yüzey gerçekten de teknenin kapağıdır. Artık yalnızca kapak için değil, aynı zamanda gemilerin ara katları için de kullanılır olmuştur. Tekneyi boydan boya değil de yalnızca yarısını kaplıyorsa “mezegüverte” deriz. Meze sözcüğü İtalyanca mezza (= yarım) sözcüğünden geçmedir. Efsanevî kaptan-ı deryalarımızdan Mezemorta Hüseyin Paşa’nın (doğumu bilinmiyor – 1701) lâkabı da aynı sözcükten “yarı ölü” demektir. Anlatıldığına göre paşa Venediklilerle yaptığı bir savaşta on yerinden yaralanmış ve ölü sanılarak terkedilmiş ama daha sonra dirilmiştir. Onun ilginç yaşam hikâyesini Yarbay Saffet Bey (1869-1913) Mezemorta Hüseyin Paşa adlı kitabında anlatıyor.

 

Gemilerde güverteler kat kat oluyor. Ama iyi ki her birinin ilginç bir adı var da apartmanlarda olduğu gibi “üçüncü kat” türünden kuru bir ifade kullanmak zorunda kalmıyoruz. Bu ilginç adlardan biri “palavra güverte”; ana güvertenin bir altındaki güverte demek. Ama Ajda Pekkan’ın palavrasından, yani İspanyolca palabra (= sözcük) palavrasından değil de Latince ballatorium sözcüğünden geliyor. Venedikçeye ballauro (= eski gemilerde savunmaya uygun, topların bulunduğu koridor), oradan da bizim dilimize “palavra” biçiminde yerleşmiş. Adı ilginç diğer bir güverte ise, genellikle kıçta ana güvertenin üstüne çıkılan kısa bir mezegüverte. Adı da biçimine yakışıyor çünkü “kasara” sözcüğü Latince castrum (= kale) den geliyor, Venedikçeye cassaro (= çeyrek güverte) olarak geçmiş; ordan da bizim dilimize. Bu mezegüvertede yapılan kamaralara ise “köşk” denirmiş vaktiyle; belki mezelerini bu köşklerde tüketiyordu kaptanlar da ondan. “Kaptan köşkü” deyimi de buradan kaynaklanıyor herhalde.

 

Çocukluğumda, daha tümüyle camdan kapaklar yapılamadığı vakitler, içindekinin pişip pişmediğini görebilmek için kapaklarında penceremsi ufak bir delik olan tencereler vardı. Annemin bu tencerede yaptığı keklerin tadı hâlâ damağımdadır. Gemi güverteleri de o kapaklara benziyor. Daha alttakilere inmek için güvertelere açılan bu deliklere şimdi “kaporta” diyoruz; kapak anlamındaki coverta’ya benziyor ama kaynağı başka. Çünkü İtalyanca bocca a porto (= kapı ağzı) dan geliyor. Bu delikten içeri denizlerin girmemesi için çeperine çekilen yüksekçe sete ise İtalyanca mezzanili (= yarım duvar) dan gelme “mezarna” diyoruz. İlk duyduğumda mezara benziyor ama ne ilgisi var diye çözememiştim; meğerse daha akıllıcası yarım kat anlamındaki “mezanin” terimine benzetmekmiş.

 

Eskiden bakırdan yapılıp da arada sırada kalaycıya giden tencerelerin ağzında hem kapağı tutan hem de kapakta yoğuşan suyun dışarı dökülmesine engel bir çıkıntı vardı. Teknede de bulunan bu tür çıkıntılara “parapet” diyoruz, hem insanların denize düşmesini engelliyor, hem de bir tür mezarna gibi denizlerin güverteye dolmasını önlüyor. Latince paro (= donatmak) ve petto (= saldırı) dan oluşan parapetto (= saldırıya karşı korunak) sözcüğünden gelme. “Parampet” biçiminde de kullanılıyor. Parapetin üst kenarının çürümeden sakınması için üstüne geçirilen kalın tirize ise Grekçe kupasti (= küpeşte) den gelme “küpeşte” diyoruz. Bu sözcükler bina inşaatçıları için hiç de yabancı olmasa gerek.

 

Bütün denizcilik terimleri Grekçe ya da Latinceden kaynaklanıyor değil ya. Kendi dilimizden birşeyler bulmak için biraz alargaya çıkıp tekneye şöyle bordasından bir bakalım. Bordanın üst kenarının, yani küpeştenin, baştan kıça doğru bir eğri oluşturduğu dikkatimizi çekiyor. Benim de aralarında bulunduğum birçok kişi, bu eğrinin teknenin güzelliğinin en önemli özelliklerinden biri olduğunu düşünür. Bu eğrinin adı “borda çalımı”dır; güzel olanı insanın gönlünü çalıverir. Çalım sözcüğü, Eski Türkçeden kaynaklanan “çalmak” (= vurmak) fiilinden “vuruş sırasında kılıçın oluşturduğu eğri” anlamında türemiştir. Su kesiminin baştan kıça doğru oluşturduğu yatay eğriye de “çalım” denir.

 

Günümüzde “tekne-loji” çok değişti; artık bot, kayık, yat gibi ufak tekneler, pasta pişirir gibi bir tencerenin (kalıbın) içine hamur (cam takviyeli plastik) sıvayıp pişirerek (sertleştirerek) yapılıyor. Ama balıkçı kayıkları, piyadeler, tirhandiller, çektirmeler, büyük gemiler hâlâ eski tekne-loji ile yapılıyor. Gelin biz de ahşaptan bir tekne inşa edip, o sırada neler dediğimize şöyle bir kulak verelim.

 

Omurga - Posta - Bodoslama - Yalıkütüğü

Önce uzun, kalın ve sağlam bir kalas alıp yere boylu boyuna yatıracağız. Bu keresteye Eski Türkçe “on” (= sağlamlık, dayanıklılık) sözcüğünden kaynaklanan “ongurga” (= ortadirek, çatı direği) aracılığı ile “omurga” diyoruz. Omurganın üstüne, enlemesine “döşek” dediğimiz ağaç parçalarını yerleştireceğiz. Su altının biçimine göre bunlar farklı boy ve şekillerde oluyor. Görevleri ise üzerlerine gelecek diğer parçalara yataklık etmek. Döşek sözcüğü, Eski Türkçe “tüşmek” (= yatmak, oturmak), giderek de bugünkü dilimizdeki “döşemek” sözcüğünden kaynaklanıyor.

 

Döşeklerin üzerinden yanlara doğru çıkıp teknenin biçimini belirleyecek olan “kaburga” ya da “eğri” dediğimiz “posta”ları koyacağız. Kaburga sözcüğü Moğolca gabırga’dan geliyor, eğe kemiği demek. Deniz diline girmesi hiç kuşkusuz biçiminden dolayı. Eğri ise Eski Türkçe “egmek”ten (= bükmek) türemiş. “Posta” sözcüğünün ise Kemal Sunal’ın Postacı’sı ya da komutanın kapısında bekleyen emirber ile bir ilgisi yok. Latince costa’dan (= eğe kemiği) Yunancaya posta olarak geçmiş; oradan da bize gelmiş. Genel olarak, buharda ısıtılıp bükülerek meydana getirilen eğrilere posta deniyor. Teknenin bordalarına doğru değil de başına ya da kıçına doğru çıkan postaların ise özel bir ismi var: “bodoslama”. Bu sözcük bize Bizansçadan miras kalma; aslı podostema (= kıç bodoslaması). Argomuza da girmiş olan güzel denizcilik terimlerinden biri.

 

Bodoslama ve postaları yerleştirince, tenceremizin biçimi böylece ortaya çıkmış oldu. Şimdi kapağı inşa etmek için postaların ucuna “praçol” dediğimiz köşebentleri yerleştireceğiz. Praçol, İtalyanca bracciolo (= kol, koltuk kolu), dolayısıyla kolların konacağı yer demek olan bir terim. Bunlara yerleştirilecek kollar ise güverteyi bir bordadan diğer bordaya geçecek olan kirişlerdir. Güverteye gelen denizlerin akıp gitmesi için bu kirişlerin dışa doğru eğimli olması gerek. İşte adları da bu biçimi anlatacak şekilde Grekçe hamara (= eğri kapaklı herhangi bir şey) sözcüğünden geliyor; Latinceye camera (= tonoz) olarak geçtikten sonra bize “kemere” olarak gelmiş. İlginçtir ki “kemerelerin altında kalan oda” anlamındaki “kamara” da aynı sözcükten türemiştir.

 

Kemereler de yerleştikten sonra iş teknenin dış yüzeyini kaplamaya kaldı. Bu işlem için uzun ve dar tahtalar biçimindeki “kaplama”ları kullanacağız. Kaplama, Eski Türkçe “kap”tan (= torba, tulum) kaynaklanıyor. Kaplamaları önce omurgaya açacağımız yivlere, yani aşozlara yerleştireceğiz. “Aşoz” Grekçe hanthos (= köşe) den Yunancaya agathos (= yiv), oradan da bizim dilimize geçmiş. Kaplamaların birbirlerine birleştiği yerlere ise denizci dilinde “armoz” denir ki o da Grekçe armos (= ek, dikiş yeri) sözcüğünden türemiştir. Parapetin üzerine küpeşteyi yerleştirdiğimizde bordaların ahşap işi bitmiş olur.

 

Son olarak da eğrilerin üzerine bordayı kapladığımız gibi, kemerelerin üzerine de güverteyi kapladık mı, tenceremiz “düşmüş”, yani oturmuş, ve kapağını bulmuş olur.

 

İçinde ne pişirileceği ise size kalmış, başka maharet!

 


Denizin Dili sayfasına dönmek için tıklayınız.